TERCiH HATASI YAPMAYIN!..
TERCiH HATASI YAPMAYIN!..
Soru: “Haşyet” talebi, dualarınız arasında önemli bir yer teşkil ediyor. Sizi, Cenâb-ı Hak’tan “haşyet” istemeye sevkeden mülahazalar nelerdir?
Cevap: Haşyet; Mevlâ-yı Müteâl’i isim ve sıfatlarıyla tanımaya muvaffak olmuş bir kulun, kendi acz u fakrının şuuruyla O’nun izzet ve azameti karşısında iki büklüm olması, O’na hakkıyla ubudiyette bulunamadığı endişesiyle kıvranması, her zaman edepli davranması, saygıyla oturup kalkması ve meleklerle atbaşı hâle gelse bile tevazudan asla ayrılmaması demektir.
Allah’ı Bilmenin Meyvesi
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنِي أَخْشَاكَ حَتَّى كَأَنِّي أَرَاكَ
Allahım içimi haşyet hissiyle doldur ve beni Zât-ı Ulûhiyetine karşı hürmette kusur etmeyen bir kul eyle, tâ ki her an Seni görüyormuş gibi olayım.” duası, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dilinden hiç düşmeyen bir niyazdır. Bu itibarla, haşyet talebinde bulunmamız gerektiğini bize talim buyuran muallim, kulluk âdâbını kendisinden öğrendiğimiz Rehber-i Ekmel Efendimiz’dir.
Aslında, “Allahım, duygu, düşünce, tavır, hal ve hareketlerime öyle bir haşyet boyası çal ki, her an Seni görüyormuş gibi davranayım!” dileği, başta Kur’an talebeleri olmak üzere, bütün inananlar tarafından vird-i zeban (sürekli tekrarlanan dua) edinilmelidir. Çünkü, hakiki mü’minler, her tavır ve davranışlarında O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla temkin ve teyakkuz soluklayan ve ömrünü derin bir ihsan şuuruyla hep O’nu görüyormuşçasına tir tir titreyerek geçiren insanlardır. İslam hakikatini temsil edebilen ve beşerin ufkunu aydınlatan kahramanlar da ancak onlardır.
Ciddiyetsiz ve lâubâli kimselerin, dava adamı olmaları ve başkalarına rehberlik yapmaları mümkün değildir. Zira, içte ihsan bulunmalıdır ki, dışta itkan olsun; insan, gönül âlemini ciddiyetle donatmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da yansısın ve muhatapları üzerinde tesir bıraksın. Evet, tavır ve davranışlarıyla lâubâli olan kimseler, diğer insanlara hiçbir şey veremezler; aksine, onları kendi yollarından nefret ettirirler. “Ahiret, Mahşer, Hesap, Cennet, Cemâlullah ve Rıdvan’a inanan, ebediyete uzanmış yolun yolcusu olduğunu söyleyen ve sonsuz saadet arzusunu seslendiren bir insan nasıl bu kadar sere serpe ve kayıtsız yaşayabilir?!.” dedirtir ve çevrelerinde tereddüte sebebiyet verirler.
Maalesef, günümüzün insanları çok lâubâli ve gayr-ı ciddi. Öyle ki, ciddiyet, mefkûre kahramanlarının en önemli vasıflarından biri olduğu halde, lâubâlilik bu daire içine de sızdı. Daha düne kadar, bütün Kur’an hâdimleri, mesuliyetlerinin ağırlığıyla piştiklerinden ve sorumluluklarını her an omuzlarında hissettiklerinden dolayı sürekli ağırbaşlı ve olgun insan tavrı ortaya koyarlardı. Gerçi bazıları, iman hizmetinin esaslarından olan “şevk”i biraz neşeli olmak ve arasıra gülüp eğlenmek şeklinde anlarlardı ama bu anlayış yaygın değildi. Onların ekseriyeti, “şevk” mesleğini, kat’iyen ye’se düşmeme, asla inkisar yaşamama ve her zaman iştiyakla hizmete koşma yolu olarak kabul eder; onu gülüp oynamak şeklinde yorumlamayı meseleyi çarpıtmak sayar ve hep temkinli dururlardı.
Kanaatimce, bu lâubâliliğin altında marifet eksikliği yatmaktadır. Zira, Allah’ı bilmesi lazımdır ki insan haşyetli olsun. “Allah saygısını tam olarak ancak O’nu hakkıyla bilenler duyarlar.” (Fâtır, 35/28) fehvâsınca, Mevlâ-yı Müteâl’e karşı gerekli hürmet ve tâzimi de ancak O’nu sıfât-ı sübhaniyesi ve esmâ-ı hüsnâsıyla tanımaya muvaffak olmuş, ihsan ufkunda seyahat eden Hak erleri ortaya koyabilirler. Tabiî onların haşyetleri de herkesin kendi mârifet seviyesine ve yakîn mertebesine göre farklı farklıdır. Sadece atalarından duyduklarıyla yetinen ve dinin esaslarını taklide bağlı olarak kabullenen kimselere gelince, belki onlar da, öyle sığ bir bilgiyle de olsa, Cennet’e girebilirler ama hiçbir zaman Allah’ı gereği gibi tanıyamaz ve haşyet hisleriyle dolamazlar.
Talebin Kadar İnsansın!..
Diğer taraftan, mezkur dua, her şeyden öte Allah’ı isteme ve O’nun rızasını dileme manasına geldiğinden dolayı da çok kıymetlidir. Şayet bir insan, Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken, ihtiyaç listesinin başına Zât’ıyla münasebette derinleşmeyi koymuyorsa; başka ne isterse istesin, bütün taleplerinden önce ve hepsinden ziyade marifet, muhabbet, aşk ve iştiyak dilemiyorsa, en önemli meseleyi tâli mütalaa etmiş ve onu arkaya atmış demektir.
Öyleyse, hâlis bir mü’min, ellerini açtığında -mesela- sıhhat ve afiyet istese, hemen onu kurbet niyazıyla taçlandırmalıdır; yoksa, yanlış tercihte bulunmuş olur. Bir dava adamı, falan ülkede iki-üç yüz tane okul açılmasını ve hepsinde kendi değerlerinin gürül gürül seslendirilmesini dileyebilir; bu, yadırganacak bir talep olmadığı gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına da muhalif değildir. Hatta bu istek, onu dillendiren insanın belli bir ufku tuttuğunun da emaresidir. Ne var ki, o meselede nefsin de bir payı bulunabileceğinden dolayı, sadece o rağbetle iktifa etmek ve zımnen de olsa onu daha engin bir marifete erme istirhamının önüne geçirmek yine bir çeşit aldanmışlıktır. Evet, Allah’ın rızasını tahsil hususunda İ’la-yı Kelimetullah’tan daha üstün bir vesile yoktur; fakat, bu yüce vesile bile, Rabb-i Rahim’e daha yakın olma isteğinin, O’nu görüyormuş ya da en azından O’nun tarafından görülüyormuş gibi yaşayacak kıvamı bulma arzusunun ve O’na kavuşma iştiyakıyla dolma emelinin yerine konmamalıdır.
Bu açıdan, bir mü’min, bütün cihanın anahtarlarını elde etme imkânına sahip olduğu bir yolda yürüse dahi, şayet “Allahım içimi haşyet hissiyle öyle doldur ki, her an Seni görüyormuş gibi olayım!” mülahazasına bağlı adımlar atmıyor ve sürekli Cenâb-ı Hak’la irtibatının kavî olması için yakarmıyorsa, gaflete dalmış ve tercih hatası yapmış sayılır.
Hak nezdinde insana talebinin kıymetine göre değer biçilir; insan, peşine düştüğü gaye ölçüsünde daha üst mertebelere yükseltilir. Kimisi mala, mülke, bağa, bahçeye; kimisi makama, mansıba, şöhrete, pâyeye; kimisi keşfe, kerâmete, zevke ve hâle.. kimisi de doğrudan doğruya meâliye tâliptir. Ne ki, iman, marifet, muhabbet, aşk ve iştiyakın değerler hanesinde doldurduğu yerleri başka hiçbir matlubun karşılaması mümkün değildir.
Dahası, velîlik, kutupluk ve gavslık gibi makamlar da birinci maksat yapılmamalıdır. Muvahhid bir mü’min, bütün bunları mülahazaya aldığı zaman da tercihini yine iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk istikametinde kullanmalıdır. O, gavslığı değil, bir gavsın mazhar olduğu iman, marifet ve muhabbet ufkunu dilemelidir. İşte, böyle bir talepte ısrarlı olmak, şuurlu tercih yapmanın, Hakk’ın rızasını üstün tutmanın, yerinde kararlı durmanın ve Mevlâ’ya sâdık kalmanın ifadesidir. Dolayısıyla, en değerli insan, rıza-i ilahî peşinde olan ve iman, marifet, muhabbet, aşk u iştiyak istikametinde derinleşmeye çalışandır.
Aslında, bu talebi ortaya koymak çok zor bir mesele de değildir. İnsan, başlangıçta seleflerini taklid edercesine de olsa, iradesinin hakkını vererek kalbini mâsivâdan temizlemeye gayret gösterir ve her fırsatta Rıdvan’a erme emelini dile getirirse; hele bir de, haline başkalarının muttalî olamayacağı gecelerin o sihirli vakitlerinde secdede pusuya yatıp tecellî avlamaya durur ve Mevlâ-yı Müteâl’e teveccüh ederek O’nunla münasebete geçme çağrısında bulunursa, bir gün mutlaka farklı sinyallerle cevaplar alacak ve aradığı marifet ufkuna ulaşacaktır.
Seni İsterim Allahım!..
Ezcümle, “ehlullah” dediğimiz Hak dostları sürekli bu hedefi takip etmişlerdir. Onların hemen hepsi senelerce “Seni isterim Allahım, sadece Seni!..” diye inlemişlerdir. Aralarında tam altmış yıl boyunca “Başka bir muradım yoktur Rabbim; yalnızca Seni diliyorum.. Seni, Seni, Seni...” deyip ağlayanların sayısı hiç de az değildir. Bu güzîde kulların tesbihleri dahi adeta “Seni, Seni, Seni...” nakarâtından ibarettir.
Meşhur bir menkıbede anlatıldığına göre; Halife Harun Reşit, bazı özel günlerde halkına hediyeler dağıtırmış. Teb’asını memnun etmeyi ve halkın gönlünü almayı, Rabbin rızasına bir vesile bilirmiş. Yine hediyeler saçtığı bir gün, nedîmi ve doktoru Cafer Bermekî’nin, kapının kenarında boyun büküp beklediğini görmüş. Ona dönerek, “Caferim, sana da bir ihsanda bulunayım. Herkese bir-iki altın verdim, senin payına on tane ayırayım!..” diye seslenmiş. Bermekî, “İstemem Sultanım..” demiş. Harun Reşit, elli-yüz, ne kadar altın teklif ederse etsin, Bermekî, “istemem” cevabını vermiş. Nihayet, Sultan sormuş; “Be adam, peki sen ne istersin?” Cevap, bütün sâdıkların duygu ve düşüncelerini yansıtacak türden olmuş: “Seni isterim Sultanım, seni!.. Ben senin sevgine tâlibim; sen benden razı olduktan sonra sarayını da, malını-mülkünü de zaten kendimin bilirim.”
Evet, her samimi kul, Rabb-i Rahîm’e karşı işte bu hisleri beslemelidir. Zira, tercih hayatî ehemmiyeti hâizdir. Tabii ki, insan, O’nun lütf u ihsanından pek çok nimet beklemeli; her muradını O’ndan istemelidir. Ne var ki, her gün onlarca kez dilendiği Cennet’i bile O’nun yerine tercih etse, O’nu dileyeceği yerde Cennet’i istese, yine aldanmış olacağını çok iyi bilmelidir. Allah’ın rahmetinden Cennet’i ve ebedî saadeti de umsa bile, “Sen benden razı değilsen, Firdevs’i de istemem!” deyip evvelen ve bizzat O’na yönelmelidir. Hani, Rabiâ Adeviye’ye “Dâr!..” deyip Cennet’i hatırlatırlar da, o mualla annemiz “Câr” diye inler; “Komşu var mı orada; Dost’umun hoşnutluğuna erebilecek miyim, O’nun cemâlini görebilecek miyim?!.” der. İşte, inanmış insanın ruh dünyası bu mülahaza ile techiz edilmelidir.
Hâsılı, makam-mansıp, mal-mülk, çoluk-çocuk, servet ü sâmân.. bunların hepsi birer imtihan vesilesidir ve Bâki-yi Hakikî yolunda yardımcı olmaları nisbetinde kıymetlidir. İnsan, bunları ikinci, üçüncü dereceden istekler çerçevesinde ele almalı ve her nimetten önce, her talepten ziyade Allah’ın rızasını aramalıdır ki, tercih hatası yapmış olmasın ve bekâya mazhariyeti yakalasın. Bu şuurla, Allah’a teveccüh etmeli, “haşyet” hissinin artmasını dilemeli ve marifette sürekli derinleşmelidir ki, ötelerde sonu olmayan en son nimete, “Rıdvan” ünvanlı zirveye ulaşsın.