iYi AHLAK KAZANILABiLiR Mi?


Gazali’ye göre iyi ahlâk sahibi olmanın yolları şunlardır:

a) İlahi bir lütuf olmak üzere, bazı insanlar, doğuştan iyi huyludurlar. Peygamberler böyledirler. Doğuştan ve tabiattan gelen bazı güzel huylar, çalışılarak da kazanılabilir. Bazıları doğuştan cömerttir, bazıları çalışa çabalaya cömertliği huy edinebilir.

b) Riyazet ve mücahede ile yani sıkı bir idman ve disiplinle, iyi huylar ve güzel ahlâk edinmek mümkündür. İnsan cimri ise bunun kötülüğünü, cömert olmak gerektiğini düşünerek kendini cömertliğe zorlar, nefsine ağır gelse de sevdiği malları infak etmeye çabalar. Bunu zoraki bir şekilde yapa yapa gönüllü olarak yapma, daha sonra da zevkle yapma aşamasına ulaşır. Böylece cömertlik onun huyu haline gelir. Kibirli bir kişinin, mütevazı olmasının yolu da budur. Bu bakımdan ahlâk, sanatlara ve ilimlere benzer. Temrinler, idmanlar, tekrarlar ve alıştırmalar güzel huyların edinilmesinde ve bir meleke haline gelmesinde çok önemlidir.

Fazilet

İslâm ahlâkçıları, iyi huylara güzel ve övülmüş, kötü huylara da çirkin ve yerilmiş huylar derler. İyi ahlâk, akıl ve şeriat tarafından övülmüş ve güzel görülmüştür. Kötü ahlâk da aklen ve şer’an kötülenmiş ve çirkin görülmüştür. İyi ahlâka ve huylara fazilet/erdem, kötülere de rezilet/aşağılık huylar denir. Genellikle fazilet, iki kötü huy arasındaki huy diye tarif edilir (orta yol = mesotes). Buna ifratla tefrit asasındaki itidal da denir. Mesela israf ifrat, cimrilik tefrittir. İkisi arasındaki cömertlik ise itidaldir. Diğer bir ifadeyle israfla cimrilik rezilet, cömertlik fazilettir. Kur’an’da da bu husus böyle kabul edilmiştir (bk. İsra, 17/29, 26, 27). “İşlerin en hayırlı olanları orta olanlarıdır” mealindeki hadiste de bu husus dile getirilmiştir. İtidal, ölçülü dengeli ve makul davranıştır.

Sözlükte fazilet; fazlalık ve artık olmak anlamına gelir. Bunun zıddı kusur ve noksanlıktır. Meziyet de fazilet anlamındadır (Asım Efendi, Kamus trc. IV, 27, 1179). İnsanların davranışları hayvanların davranışlarına göre bir fazlalık, bir üstünlük ve bir mükemmellik/kemal gösterdiğinden, fazilet ve meziyet insanlara özgü bir şeydir. İnsanların fiil ve amelleri de iyi ve mükemmellikte birbirinden farklıdır. Şu halde, her insan aynı derecede faziletli değildir. Faziletin çeşitli dereceleri vardır. Faziletten yoksun insanlar da vardır ve bunların da çeşitli dereceleri vardır. İnsan, faziletli olduğu ölçüde hayvanlardan üstün, faziletten mahrum olduğu nispette hayvanlara yakındır. Kur’an’da bazı kişilerin; hayvan gibi, hatta daha aşağı (A’raf, 7/179) şeklinde nitelenmesi bundandır.

Fazilet, tekrar ve idmanlarla, iyi huyların ikinci bir tabiat haline getirilmesi şeklinde tanımlandığı gibi, “fazilet, daha mükemmel olana ulaşmak için sürekli çabalamaktır” şeklinde de tanımlanmıştır. Kısaca fazilet, aklen ve şer’an iyi olan huyları, âdet ve itiyat haline getirmektir. Ahlâk ilminin gayesi de iyi ve kötü huyları tanıtmak, kötü huylardan sakındırmak, iyi huylara özendirmek, böylece fazileti geçekleştirmek ve insanı kemale/erginliğe erdirmektir. Fazilet/virtue (erdem), bir çok düşünüre göre, insan hayatının gayesidir. Faziletli insan namuslu, dürüst, hayırsever, fedakar ve diğerkam insandır.

Hayatın gayelerinden en önemlisi kamil/ergin insan olmaktır. Mutlak kemal/erginlik Hak Teala’ya özgüdür. İnsan Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandığı, onun vasıflarıyla vasıflandığı ölçüde bir kemal sahibi olur. İlahi kemalden pay alır. Mesela, Allah merhametli, adil, hakim, alim... vs.’dir. İnsan bu niteliklere sahip ola ola ve sahip olduğu oranda İlahi kemalden pay alır. Allah’ın güzel isimlerinin mazharı olmak önemli bir amaçtır.

Mutluluk

Eskiden beri bir çok düşünür ve ahlâkçı, hayatın gayesinin mutluluk/saâdet olduğunu, ahlâki davranışları bu amacın belirlediği görüşündedir. Mutluluk/evdemonizm (evdaimonia, saâdet) ahlâki davranışların nihai hedefi olarak mutluluğu alır. İnsan niçin erdemli, namuslu, dürüst, samimi ve iyilik sever olmalıdır sorusunun cevabı; “mutlu olmak için” şeklindedir. Ancak, ahlâklı ve erdemli insanlar, mutlu ve bahtiyar olurlar. Ahlâk dışı ve rezilane bir hayat yaşanlar ise şaki/bedbaht olurlar. Aristo’ya göre; sağlık, servet, dost, saygınlık, başarı ve doğru düşünmek saadet sebepleridir. İnsan, bu tür saadet sebepleri kendisinde mevcut olduğu ölçüde mesut olur. Bunların hepsi mevcut olursa tam anlamıyla mesut olur. Aristo’nun en yüce iyi (hayr-ı a’la, summum bonum) dediği şey mutlulukla örtüşür. Yani, saadet en yüce hayırdan ibarettir. (bk. İbn Miskeveyh, 60, 63)

Aristo’dan evvelki Pitagoras, Sokrat, Eflatun ve Hipokrat ise, fazilet ve saadeti insan nefsinde görüyorlardı. Onlara göre mutluluk, ahlâkın temelini oluşturan hikmet, şecaat, iffet ve adaletin insan nefsinde dengeli bir şekilde mevcut olmasından ibarettir.

Gazali’ye göre, nihai saadet kulun Allah’a yakın olmasıdır. Bu da imkan ölçüsünde erginlik kazanmakla olur. Hakiki saadet de ahiret saadetidir (Mizanü’l-amel, Kahire, 1964, s. 293-304). Benzeri bir görüş Eflatun’da da vardır (A. Weber, Felsefe Tarihi, İst. 1964, s. 64).

Epikuros’un (ö. M.Ö. 270) ahlâkı, haz-elem esasına dayanıyordu. Ona göre, en yüksek iyi hazdır. Ancak, bu haz aşağı ve geçici değil, yüksek ve kalıcı olan ruhî ve aklî hazdır. Bu da derin bir sükunetten ve engin bir huzurdan kaynaklanır. Eleme ve acıya sebep olduğu için aşırılıktan kaçınılmalıdır. Kalıcı haz için, geçici acıya katlanılabilir. Tedavi için acı bir ilaç içmek gibi. Fazilet, kişiyi mutlu kılan ve mutsuzluktan koruyan bir maharet ve nezakettir.

Epikuros’un hazcı (hedonizm) ahlâk anlayışından, bedensel ve aşağı (şehvani, süfli) arzulara büyük önem veren, keyifçi bir ahlâk anlayışı doğmuştur. Kelbiyyun (kinikler)’de olduğu gibi.

Haz ve elem; bütün dinler, özellikle semavi dinler bakımından önemlidir. Çünkü, yüce Allâh, dini hükümlere ve ahlâk kurallarına uyanlara, dünyada ve ahirette, türlü türlü bedensel, ruhsal zevkler ve hazlar, bunlara uymayanlara da elemler ve azap vereceğini açıklıyor. Fakat, semavi dinlerin öncelikli hedefi haz, huzur ve sükun değildir. Allah’ın rızasını ve yakınlığını kazanmak daha önemlidir.

Zenon’un (ö. M.Ö. 260) ahlâk anlayışı, iradeci/volontarist’tir. Hakimane yaşamak hayatın gayesidir. Biri teorik/nazari, diğeri pratik/ameli olmak üzere iki türlü hikmet vardır ve ikincisi birincisinin amacıdır. Pratik fazilet, en yüksek derecedeki fazilettir. Çıkarcı olmayan fazilet kişiyi bahtiyar eder.

Felsefede etik/ahlâk, en uygun, en doğru insan davranışını, bunun sonucunda kazanılan fazileti ve saadeti araştırır. İslâm’dan önceki dönemde, filozoflar ahlâk konusunda son derece doğru, iyi, güzel ve faydalı tahliller ve tespitler yapmışlardır. Bunların güzel şeyler oldukları, Gazali ve İbn Teymiye gibi Müslüman düşünürler tarafından da ifade edilmiştir. Ancak, bu iki alime göre, filozoflar o güzel fikirleri peygamberlerin mirası olan kültürlerden derlemişlerdir. Durum ne olursa olsun, Müslüman düşünürlerin felsefi ahlâka bu şekilde bakmaları, Müslümanların geniş çapta bundan etkilenmelerine yol açmıştır.

Yukarda anlatılan hususlar göz önünde tutularak, bütün Müslüman toplumların çeşitli çağlarda değişik kültürlerden, felsefi sistemlerden, örf ve âdetlerden gelen ahlâk anlayışlarından etkilendikleri söylenebilir. Özellikle, Müslüman halkların, Müslüman olmadan önceki ahlâk anlayışlarını, örf ve âdetlerini az çok değiştirerek sürdürdükleri bir gerçektir. Müslüman kavimler ve çeşitli bölgelerde yaşayan halklar arasında görülen kavmi özellikler ve karakterler, örf ve âdet farklılıkları bunu göstermektedir. Aslında, Kur’an ve sahih hadislerde ifadesini bulan, İslâm ahlâkının temel ilkeleri, ilahi ve evrensel olmakla beraber, bu ilkeler, Arap toplumundan kaynaklanan bir renk de taşırlar. Şöyle ki, Kur’an der ki:

- “Affı al, örfle emret” (Araf, 7/199).

- “Sizden, hayra davet eden marufu, emir, münkeri yasaklayan bir ümmet çıksın” (Ali İmran, 3/104).

- “Evladım namazı kıl, mu’rufu emr ve münker’i menet” (Lokman, 31/17).

Burada geçen örf; bilmek, tanımak iyilik, ikram, atın yelesi ve koku gibi anlamlara gelir. “Maruf yol, fiil ve amele ıtlak olunur ki, akıl ile idrak olunup ve şer’ onu tahsin eyleye ve münker akıl ve şer’in kabul etmeyip inkar eylediği amelden ibarettir” (Asım Efendi, Kamus trc. III, 763, 674). Aklen ve Şer’an güzel olarak bilinen şeye maruf, kötü olana münker denir (Rağib, Müfredat, 331).

İslâm ahlâkının esasını maruf ve münker, iyi ve kötü kavramları teşkil eder. “Marufu emr münkeri nehy”, temel bir ahlâk ilkesidir. Bir mümin, ma’ruf olana önce kendisi uyar, sonra buna uymayı başkalarından ister. Münkerden, önce kendisi kaçınır, sonra bunu başkasından ister. Aksi halde; “niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz” (Saff, 61/2), “Başkalarına iyi olmayı emredip kendinizi unutuyorsunuz” (Bakara 2/44), kınamasına muhatap olur.

Ma’ruf/iyi ve münker/kötü; önce aklen, sonra şer’an iyi veya kötü görülen şeydir. Ancak, burada akıldan maksat, kişisel akıl, bireysel görüş değil; akl-ı selim, ortak akıl ve kamu vicdanıdır. Bir toplumu oluşturan bireylerin ortaklaşa iyi dedikleri şey iyi, kötü dedikleri şey kötüdür. Burada çıkarcıların, bencillerin ve ihtiraslı kişilerin bir şeye iyi veya kötü demeleri önemli değildir. İnsan nefsi, çoğu zaman kötüyü iyi gösterir ve onun yapılmasını emreder (bk. Yusuf, 12/53). Sübjektif, hissi, keyfi ve indi hükümler çoğu zaman ahlâk ilkelerine ters düşer; nefsine düşkün bir kişi, ahlâki anlamda iyiyi ve kötüyü ayırt edemez.

Her toplum gibi, İslâm’dan önce de, Hicaz Araplarının bir ahlâkı vardı. Bu ahlâk, kamu vicdanının iyi olarak kabul ettiği örfe dayanıyor ve buna uyan insanlar, iyi ve erdemli kişiler sayılıyordu. Bu ahlâkın ne kadar önemli ve değerli olduğunu anlamak için şu hadise bakmak yeterlidir.

Hz. Peygamber, ilk defa vahiy gelince, endişelenmiş ve titremeye başlamıştı. O zaman Hz. Hatice onu şöyle teselli ve teskin etmişti. “Müjde sana, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmeyecektir. Çünkü, akrabalık ilişkilerini iyi götürüyor, hep doğru konuşuyor, darda kalanların yükünü çekiyor, yoksullara yardım ediyor, misafirleri ağırlıyor, felakete uğrayanlara destek oluyorsun (Buhari, Bed’u’l-vahy, 3; Müslim, İman, 252). Görüldüğü gibi, bahis konusu ahlâk ilkeleri ve benzerleri, Araplar tarafından bilinmekte ve kabul görmekte. Buna uymayan kötülükler ise, reddedilmekte idi. İşte örf ve maruf denilen şey, kamuoyunun ve ortak aklın, iyi ve doğru bulduğu, bu gibi hususlardır. Hilfu’l-fudul denilen erdemliler meclisi de güzel ahlâk sahibi kişilerden oluşuyordu. Hz. Peygambar, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyor (Muvatta, Hüsnül huluk; Acluni, Keşfu’l-hafa I, 211). Yeni bir ahlâk kurmak için değil, var olan ahlâkı tamamlamak, ikmal etmek ve iyileştirmek için gönderildiğinin altını çiziyor. Gerçekte de puta tapan ve yağmacı bedevi/göçebe bir kavim olan Araplar da bir takım sağlam ve etkili ahlâk kuralları vardı. Ve bunlara önemle uyulmakta idi. Hatta bu ahlâk kuralları, ilkel kavimlerde olduğu gibi, hukuk ve kanun yerine de geçmekte idi. Zaten bedevi ve kapalı toplumlarda örfler ve âdetler son derece önemli ve etkili olur. Geniş çapta bireyin ahlâk anlayışını ve davranışlarını bunlar belirler. Şu bir gerçektir ki, İslâm’ın doğuşuna takaddüm eden yıllarda, Bizans’ın egemenliği altında bulunan Mısır’da, Filistin’de, Suriye’de ve Anadolu’da bulunan, Sasanilerin hüküm sürdükleri ırak ve İran’da bozuk, çürümüş ve kokuşmuş bir ahlâk biçimi bulunduğu halde, bedevi Araplarda, onlara nazaran, çok daha doğal, doğru, düzgün ve iyi bir ahlâk anlayışı ve uygulaması vardı. Hz. Peygamber’in Hicaz’dan çıkışında, bu durumun da etkisi vardı.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, Hz. Muhammed’in ahlâk ilkelerine bağlı oluşunu, Hz. Hatice’nin, O’nun peygamber oluşunun delili olarak görmesi idi. Ahlâk sahibi, dürüst ve güvenilir bir kişilik sahibi olmak, mucizelerden daha çok ve daha güçlü bir şekilde, Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna delil teşkil eder. Bu da ahlâkın, İslâm açısından, ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Burada altı çizilmesi gereken husus şudur:

İslâm ahlâkının oluşumunda ve biçimlenmesinde, İslâm öncesi Arap toplumunun ahlâk anlayışının ve uygulamalarının, iyi ve kötü (doğru-yanlış, güzel-çirkin, hayır-şer, ma’ruf-münker) kavramlarının etkili oluşudur. Belli bir ölçüde, ma’ruf/iyi ve münker/kötü kavimlere, toplumlara, bölgelere ve çağlara göre değişmektedir. Onun için, Kur’an ve sahih hadislerde ifadesini bulan İslâm ahlâkı, tetkik ve tahlil edilirken, kavim ve bölgeden, zaman ve iklimden gelen ayrıntılar dikkate alınmalıdır. Eğer İslâm ahlâkı, doğru anlaşılması ve uygulanması için bu türlü ayrıntılardan ve arızi niteliklerinden soyutlanarak ortaya konulursa, onun evrensel boyutunu, daha doğru olarak görmek mümkün.
To Top