MÜNAFIK
"Mü'minlerle beraber olalım ganimet alırsak ne âlâ; yoksa döner geliriz." diyen iki kişi hakkında nazil olduğu rivayet edilen " وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ Öyle insanlar vardır ki Allah'a, sırf bir hesaba binaen, kıyıdan-köşeden bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. O dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir." (Hac sûresi, 22/11) ilâhî beyanındaki " عَلَى حَرْفٍ "kaydı ne ifade etmektedir?
Sözlük anlamı itibarıyla "حَرْف – harf" bir şeyin kıyısı, keskin yüzü, yan tarafı; uç, sınır, kenar, hudût gibi mânâlara gelmektedir. Mesela "harfü'l-cebel" denildiğinde "dağın kenarı, uç kısmı, uçuruma bakan yanı" kastedilir.
Şimdi isterseniz etimolojik teferruata girmeden kelimenin bu sözlük anlamından hareketle umumî çerçevede âyetin mânâ ve muhtevası üzerinde durmaya çalışalım:
Bazı kimseler vardır ki, bir kısım avantaj ve imkân elde edebileceklerini düşünerek inanmadıkları hâlde inanıyor görünür, kalben inkâr ettikleri hâlde dilleriyle "inandık" der ve ikiyüzlü davranırlar. Bu sebeple onlar, işin merkezinde değil de, kıyısında-köşesinde durur; menfaat ve çıkarın söz konusu olduğu dönemlerde âdeta dini diyaneti bir ucundan tutar, "bir kenarından da olsa İslâm'a sahip çıkıyor" şeklinde bir görüntü vermeye çalışırlar.
Bundan dolayı onların yeri Müslümanlarla müşriklerin tam ortasıdır.
"فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ
– Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir.", o iki zümreden hangisine mal mülk, maddî menfaat, makam mansıp gibi bir "hayır" isabet ederse hemen onlara iltihak eder ve onların yanında yerini almasını bilirler. Çünkü bulundukları nokta, gerektiğinde her iki zümrenin yanında da yer kapmalarına müsaittir. Meselâ Müslümanlara bir ganimet isabet ettiğinde hemen koşar, onlarla beraber olduklarını söylerler. Hatta ağızlarından çıkan laflara bakıldığında onlar sanki "sâbikun u evvelûn"dan yani saff-ı evveli teşkil eden o ilk hasbî kahramanlardanmış gibi bir intiba dahi bırakabilirler. Ancak
" وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ
–Eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir.", "Hayır, kesinlikle biz Müslümanlarla beraber değildik." diyerek anında onlardan uzaklaşırlar. Duruma göre farklı konuşabilmek için öyle bir yer seçer, öyle bir noktada bulunurlar ki renklerini tespit mümkün değildir. Renkten renge giren hâlleriyle onlar, daha çok flu ve gri bir manzara arz ederler.
Evet, bulundukları konum itibarıyla onları ne oraya ne de buraya koyabilmek mümkün değildir. Bir yandan bakınca işin içinde gibi görünürler. Fakat öyle bir yerde duruyorlardır ki, başlarına bir gâile geliverse içinde görünüyor oldukları o işten hemen sıyrılabilecek bir konumdadırlar. Zaten bir ibtila, bir imtihan söz konusu olduğunda fırsatını bulur bulmaz iç yüzlerini ortaya kor ve "Biz bu işin içinde yoktuk, hiç olmadık; sadece, ‘Bu Müslümanlar ne yapar ne eder neler düşünürler, şöyle bir bakalım!' demiştik." türünden laflar ederler. Hatta bazen "Onlara o kadar yakın durmamızın sebebi çevirdikleri oyunları tespit etmek içindi." deyip mü'minlere iftira atmak suretiyle vaziyeti kurtarmaya çalışırlar.
İşte Kur'ân-ı Kerim, çerçevesini ortaya koymaya çalıştığımız bu tipteki karakterleri "وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ İnsanlardan kimi Allah'a, sırf bir hesaba binaen, bir yönden, bir kıyıdan kulluk eder." sözleriyle ifade buyuruyor. Âyetin sonunda da hayatını bu şekilde düal olarak sürdürmeye çalışan kişinin, " خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ " hem dünya, hem de ahirette hüsrana uğrayacağı, bunun da " ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ " apaçık bir ziyanın ta kendisi olduğu haber veriliyor.
Nüzul Sebebi Hususî, Hüküm ise Umumîdir
Soruda bu âyet-i kerimenin "Mü'minlerle beraber olalım ganimet alırsak ne âlâ; yoksa döner geliriz." diyen iki kişi hakkında nazil olduğu ifade ediliyordu. Tefsir usûlünde "esbâb-ı nüzul" diye isimlendirilen bu konu hakkında değişik zaman ve vesilelerle ifade etmeye çalıştığım bir hususu müsaadenizle bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bazı âyetlerin, belli şahıs ve belli hâdiselere iktiran ederek nazil olduğu bir gerçektir. Ancak bu durum o âyetin sadece o şahıs ve o hâdiselere has ve münhasır olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Yani esbâb-ı nüzulün zikredildiği birçok yerde olduğu gibi, burada da sebeb-i nüzulün hususî, hükmün ise umumî olduğu görülmektedir. Bundan dolayı bahsi geçen âyet-i celîlenin, mezkûr iki münafık hakkında nazil olduğu söylense de, onun ifade ettiği mânânın aynı kategoride mülâhaza edilebilecek, aynı durum ve şartları paylaşan herkesi ilgilendirdiği ve onlar hakkında da hükümler ihtiva ettiği dikkat edilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Âyetin Çağımıza Bakan Yönü
Şimdi konuya bu perspektiften bakılacak olursa, günümüzde de nifak düşüncesi ve nifak hâkimiyetini temsil eden bu tür kişilerin bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Meselâ, birtakım insanlar vardır ki, buldukları her fırsatta, dinini tam ve kâmil bir şekilde yaşamak isteyen mü'minleri "dinci, İslâmcı" gibi nesepsiz lafızlarla yaftalar, Müslümanlara hakaretler yağdırır; "irtica, gericilik" der İslâm'a saldırır ve din, diyanet aleyhinde söylenmedik söz bırakmazlar ama bu arada değişik maksat ve maslahatları temin için dil ucuyla imana dair bir kısım şeyler de ağızlarında geveler; geveler de içlerindeki ilhad ve inkâr düşüncesini, din ve diyanet düşmanlığını gizlemeye çalışırlar. Bir bakarsınız, "Benim dedem de Yasin okumadan hiç yatmazdı.", "Rahmetlik ninem de Kur'ân'a karşı çok saygılıydı. Bir yerde mevlit okununca hiç kaçırmazdı. Hele o ses sanatkârlarını dinlemeye bayılırdı." türünden laflar eder ve böylece kendilerini bütün bütün inananlardan dışlamaz ve onlara yakın durduklarını gösterme gayretinde bulunurlar. Hâlbuki bahsettikleri mevzulardan kendilerinin zerre kadar nasipleri yoktur, olamaz da. Çünkü bir kısım nifak ehlinin bu tür lafları, tam da dine, dindara hakaretler yağdıran cümlelerinin hemen öncesinde sarf ettikleri ve böylece saldırı ve hücumlarını daha inandırıcı hâle getirmek için onları bir ön yatırım vasıtası, bir kılıf olarak kullandıkları görülmektedir.
Evet, cahiliye döneminde olduğu gibi, günümüzde de Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebi Muayt gibi bir mânâda "mert kâfirler" vardır. Ancak günümüzde aynı zamanda, yukarıda zikri geçen âyet-i kerimede bahsedilen şekliyle zıp orada, zıp burada görünmeye çalışan "namert şahıslar" da söz konusudur ve bunlar sabah akşam dine, dindara hücum edip dururken "Dindarlık sadece size ait bir şey değil, biz de Müslümanız, bizim evimizde de dine ait şu şu işler yapılırdı." gibi laflar eder ve böylece büyük çoğunluğu dindar olan geniş halk kesimini açıkça karşılarına almamayı, onlar üzerindeki itibar ve inandırıcılıklarını bütün bütün kaybetmemeyi düşünürler.
Aslında gelgitler ağında ömürlerini tüketen bu kişiler bir orada, bir burada bulunma telaşıyla çok defa falsolarla sarsılır, sezilme endişesiyle korkular yaşar ve sürekli yalpa yapar dururlar. Çünkü onlar durdukları yere yakışmaz, içinde bulundukları topluluğu kendilerinin sadık olduğuna inandıramaz ve güven telkin edemezler. Mevcut konumlarından ayrılıp da diğer tarafa geçmek istediklerinde, kendilerini tekrar ber tekrar ifade etme lüzumunu hisseder; zillet içinde dil döker, mazeret beyanında bulunurlar. Dolayısıyla bunların ahireti bütün bütün heba olup gittiği/gideceği gibi çoğu zaman dünyada da tokat yer, haysiyetli bir insanın hiçbir zaman düşmek istemeyeceği çetin ve zor durumlarda kalırlar.
İnsanların teveccühünü kazanmış bir hareketin itibar ve kredisini, şahsî çıkar ve menfaati hesabına kullanma peşinde olan kişiler de bu âyetin şümûlüne dâhil midir?
– Sadece bu kötü niyet ve davranışlarından dolayı o tür kişilere mutlak ve hakikî mânâda "münafık" denilemez, "halis münafık" nazarıyla onlara bakılamaz. Çünkü bizim, yukarıda ruh portresi adına bazı yönlerine işaret etmeye çalıştığımız nifak ehli, " وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ – İnsanlardan bazıları vardır ki, Allah'a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar." âyet-i kerimesinde resmi çizilip prototipi ortaya konulan münafıklardır. Yani bir kısım avantajlar elde edebilmek için kalben inanmadıkları halde inanıyor görünen kişilerdir.
Mevzuun daha iyi anlaşılması için münafık sıfatlarıyla alâkalı meşhur bir hadis-i şerifi burada hatırlayabiliriz. Sahih kaynaklarda geçen o hadis-i şerife göre İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) şöyle buyurur:
" أرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فيهِ كَانَ مُنَافِقاً خَالِصاً. وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتّى يَدَعَهَا: إذَا أُؤْتِمِنَ خَانَ، وَإذَا حَدّثَ كَذَبَ، وإذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإذَا خَاصَمَ فَجَرَ
– Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür." (Buharî, İman 24; Müslim, İman 106)
Şimdi bu hadis-i şerif açısından meseleye bakacak olursak diyebiliriz ki, durumu idare edecek şekilde kenarda köşede duran, vaziyete göre tavır alıp avantaj ve çıkar peşinde koşan bu kişiler, her ne kadar çıkar ve menfaat mülâhazaları hizmet düşüncelerinin önünde gidiyor olsa da, eğer Allah'a ve Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanıyorlarsa bunlara kelimenin hakikî mânâsıyla halis ve tam münafık demek doğru değildir. Ancak bu kişilerde bir nifak sıfatının bulunduğu da bir gerçektir. Hem öyle bir gerçek ki o nifak hasletlerinden sadece biri dahi olsa onun ağırlığını omuzlarında taşıyan böyle bir insan her zaman kayıp sürçme veya baş aşağı yuvarlanıp esfel-i sâfilîni boylama tehlikesiyle karşı karşıya demektir.
Bundan dolayı hizmet ederken şahsî menfaat ve çıkar mülâhazalarından her zaman fersah fersah uzak kalma gayreti içinde olunmalıdır. Evet, asla unutulmaması gerekir ki, eğer Cenâb-ı Hak bizi hizmet adına istihdam buyuruyorsa, O'nun bizi istihdam buyurması, bizim için zaten en büyük şeref, en büyük mükâfattır. Bunu böyle bilip böyle görmeli ve o şuur içinde Rabbimize şöyle yalvarmalıyız: "Ya Rabbi! Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, Sen bizi insan ve aynı zamanda mü'min yarattın. Şu anda da başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdırdığın lütuf ve ihsanlarınla bizi din-i mübîn-i İslâm'a hizmet etme ortamında tutuyor, bu yolda bizi istihdam buyuruyorsun. Bizimle iyi şeyler yapıyor, Murad-ı Sübhanin istikametinde bizi perdedar olarak kullanıyorsun. Sana binlerce hamd ve senâ olsun. Bu bizim için en büyük bir mükâfattır."
Beğenilme Arzusu – Alkışlanma İsteği
Bu noktada durup önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Hizmet ederken şahsî menfaat ve şahsî mükâfat beklentisi içinde olmayı sadece maddî menfaat ve maddî mükâfat temini şeklinde anlamamalıyız. Alkışlanma arzusu, iltifat beklentisi, mü'minler tarafından iyi bir mü'min olarak algılanma isteği dahi insanın başını döndürecek, bakışını bulandıracak ve ona kazanma kuşağında kayıplar yaşatacak hususlardır. Bu açıdan herhangi bir talep ve arzunuz olmadığı halde gıyabınızda sizi takdir edip alkışladıkları durumlarda dahi, vicdanınızın derinlik ve hassasiyetine göre bu takdir ve alkışlara farklı tavırlar alabilmelisiniz. Meselâ alkışlanmadan nefret edip tiksinti duyuyor ve bundan dolayı adınızdan-namınızdan bahsedilip alkışlanacağınız yerlere gitmiyorsanız iradeli hareket ediyorsunuz demektir. Ancak böyle davranmayıp, ektiğiniz tohumların başında duruyor, onları biçen, döven konumunda olduğunuzu hissettiriyor ve bir yönüyle onlardan bir şeyler elde eden bir insan görünümünü sergiliyorsanız, bir menfaatin peşinde sayılırsınız ki bu da bir nifak alametidir ve bundan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçınıp sakınmak gerekir.
Evet, insan hizmetini yapmalı, tohum atıp gitmelidir. Arkadan onu kim hasat ederse etsin, kim biçerse biçsin, kim döverse dövsün, kim ambara koyarsa koysun buna önem vermemelidir. Çünkü yapılan hizmetler karşılığında azıcık dahi olsa bir alkış beklentisine girer veya elde edilen başarılar neticesinde azıcık dahi olsa, heva ü heves kaynaklı, duygularınızı okşayan bir sevinç yaşarsanız münafıklığa doğru bir adım atmışsınız demektir. Eğer sevinilecekse bu, tahdis-i nimete vesile olacak bir sevinç olmalıdır. Ortaya çıkan güzel hizmetler sonucunda, "Allah'ım Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, benim gibi, üzerinde tek bir başağın dahi neşv ü neması mümkün görünmeyen böyle çorak bir araziye Sen insanları teveccüh ettiriyor ve bu güzelliklerin meydana gelmesine beni vesile kılıyorsun. ‘Değildir bu bana layık bu bende', başımdan aşağı boşalan bütün bu lütuf ve ihsanlar Sendendir Allah'ım!" demesini bilmeliyiz.
Gözyaşlarıyla Eritilen İltifat ve Alkışlar
Diğer yandan insanlar bizi tenkit ettiğinde sarsılıp üzüldüğümüz kadar takdir edilip alkışlandığımızda da sarsılıp üzülmüyor, iltifat ve alkışlar karşısında bir köşeye çekilip nefis muhasebesine girmiyor, "Aman Allah'ım!" deyip istiğfarda bulunmuyor, Rabbimizden bağışlanma dilemiyorsak tehlikeli bir noktada duruyoruz demektir. Bu konuda "Ben beni beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum." diyecek kadar samimi olmak; yapılan takdirleri gözyaşlarıyla eritip onları unutmaya çalışmak gerekir. Ellerimizi açıp duaya durduğumuzda "Allah'ım bize, enbiya-i izamın yaptığı işlere denk büyük işler yaptır, o yolda bizi istihdam buyur; buyur da Senin rıza ve hoşnutluğunu kazanalım!" isteğinde bulunmalı fakat sadece bununla yetinmeyip; "Ey Rahmeti Sonsuz Rabbim! Onların kapıkulu ve halayıkları kadar dahi olsa halk nazarında görünme gibi bir duyguya bizi maruz bırakma!" diyebilecek kadar ihlâs ve samimiyet arayışı içinde olmalıyız. Böyle bir cehd ve gayret, Allah'a karşı samimi ve vefalı olmanın gereği; aksi ise şöyle böyle bir nifak şaibesi taşıyor olmanın ifadesidir. Evet yaptığımız hizmet karşılığında ne nefsimiz adına "makam, mansıp, takdir, alkış, unvan" gibi dünyevî istekler; ne de –Cennet'e girme ve Cehennem'den sıyanet bizim için çok önemli ve hayatî olmasına rağmen– uhrevî talepler peşinde olunmamalıdır. Bütün bunları Allah'ın lütuf ve fazlından istemeli, kulluk mükellefiyetlerimizi bedel mülâhazasına bağlamamalı, yapıp ettiklerimizi O'nun kapısının azad kabul etmez köleleri gibi yerine getirmeli ve neticede yaptığımız her şeyi "Allah, Allah olduğu" için yapmalıyız.
Bir düşünün, efendisinin yanında bir köle, hükümdarının huzurunda bir hizmetçi alkış beklentisine girer, o şekilde bir davranış sergilerse bu köle ve hizmetçiye nasıl bakılır, nasıl muamele edilir? Peki, beşerî bir hükümdarın yanında edep ve nezaket kıstasları vardır da, Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzurunda terbiye ve edep dairesi içinde bulunmanın ölçü ve kuralları yok mudur? Elbette ki vardır. İşte alkıştan hoşlanmak, yaptığı hizmetler karşılığında dünyevî beklentiler peşinde olmak, "Ben tesir ettim." mülâhazalarına girmek en kibarca ifadesiyle bir edepsizlik ve terbiyesizliktir. Hâlbuki terbiye ve edep odur ki kul her şeyi Allah'tan bilir ve Allah için yaptığı şeylerin karşılığını da sadece O'ndan bekler. Bu mevzuda asla başkalarına teveccüh edip el açmaz, onlardan istekte bulunmaz. Yalnız Allah'a tevekkül edip O'na dayanır; edaniye boyun büküp ayak takımına baş eğmez.
Hâsılı Allah'ın atâdaki engin vergileri, vâridât ve mevhibeleri varken, alacağımız şeyleri ne diye kendi zevk, beklenti ve hazlarımızın darlığına mahkûm ediyoruz ki! Hem, dünyadaki insanlar bizi alkışlasa ne olur, alkışlamasa ne olur? Hiç unutmam birisi; "Falan kimse gibi acaba benim cenazemin başında da o kadar insan toplanır mı?" istikametinde sözler sarf etmişti. Hâlbuki asla hatırdan çıkarılmaması gerekir ki eğer o işte Allah'ın rıza ve hoşnutluğu söz konusu değilse yeryüzündeki bütün insanlar o kişinin cenazesine gelip başına toplansa, bu durumun yine de ona zerre kadar yararı olmaz, faydası dokunmaz. Çünkü asıl önemli olan kulun Allah'la münasebeti ve onun nezd-i Ulûhiyet'teki kıymet-i harbiyesidir.