iSLAM'IN DOĞUŞU VE GENÇLiK




iSLAM'IN DOĞUŞU VE GENÇLiK

Hz. Peygamber (s.av) ilk vahyi aldığında 40 yaşında idi. Hira mağarasından Mekke’nin sokaklarına “taşıdığı” büyük “okumasını” başlattığında etrafına kimlerin toplandığına, “çağırısının” kimlerde makes bulduğuna baktığımızda çoğunlukla gençler, kadınlar, köleler, zayıflar, kabilesizler vs. olduğunu görürüz. Özellikle etrafını saran gençler arasında Ali, Zubeyr, Talha, Musab gibi henüz yirmisine bile gelmemiş olanlar dikkat çekicidir…

Hz. İbrahim toplumu tarafından “Putları diline dolayan İbrahim adında bir delikanlı” olarak anılıyordu…


Hz. İsa çarmıha yürüdüğünde 33 yaşında bir gençti…Mağara arkadaşları (ashab-ı kehf) işgale ve ona boyun eğen toplumlarına “Rabbimiz Allah’tır diyerek başkaldıran” bir takım gençlik guruplarından başkası değildi… Kuran’ın Mekke’de ortaya koyduğu söylemine baktığımızda da adeta bir gençlik heyecanı içinde olduğunu görürüz.


Özellikle ilk inen surelerdeki öfke patlaması ve heyecan seli Lehep ve Kafirun surelerinde daha bir göze çarpar;


“Kahrolsun Ebu Leheb iktidarı, kahrolsun!
Zenginlik ve iktidar onu kurtaramayacak!
O, kıpkızıl bir ateşe atılacak!
Çenesi düşük karısı da yanında olacak!
Gerdanında fitillisinden bir de ip olacak!”
(Leheb; 111/1-5)

Bu surenin Mekke döneminin o yıllardaki atmosferini yansıtması için Türkçe’ye böyle çevrilmesi gerekir. Aksi halde yaşayan hayattan kopuk bir tapınak dili oluşmakta hitab kırılmaya uğramaktadır. Çünkü Kuran tapınaklarda değil, yaşayan hayatın içinde, sokaklarda, mağaralarda ve giderek savaş meydanlarında doğmuştur. Bir din adamının ihtirasından değil, bir öksüzün tertemiz vicdanından fışkırıp görünür hale gelmiştir (Lehv-i Mahfuz).

Demek ki ilk Mekki surelerden olan yukarıdaki ayetler, peygamberin öz amcasının şahsında, şehri ele geçirmiş 7-8 tefeci bezirganın kurduğu, her biri 60-70 yaşlarındaki “Kabe çetesine” başkaldırı ve bunun patlayan öfkesini yansıtmaktadır.


Ayette geçen “YED/YEDA” kelimesi Araplarda iktidar, egemenlik anlamında bir deyim olup, “Yeda Ebu Lehep” sözlükte “Kızıl suratlı iktidarı” gibi bir anlama gelir. Demek ki sure Mekke’deki iktidarı elinden tutan “tefeci bezirgânların” başı Ebu Leheb karakterinin şahsında, muhalefet yıllarının patlayan öfkesini yansıtıyor. “Ebu Leheb’in iki eli kurusun” ifadesi, Mekke’de egemenliği elinde tutan iktidara karşı Türkçede çok bilinen tabirle “Kahrolsun” sloganı atmaktır. Bu nedenle “Kafirun” suresi ile “Ebu Leheb” suresi ilk Mekke yıllarındaki “karşı çıkışı” ve “öfke selini” olanca sıcaklığı ile yansıtırlar.


Kuran’ın özellikle ilk surelerde Mekke’nin iktidarını elinde tutan “zengin kodamanlara” yönelik sert eleştirileri dikkat çekicidir. Başta Ebu Leheb olmak üzere Ebu Cehil, Velid bin Muğire, Umayye bin Halef gibi Mekke’nin ileri gelen, egemen bezirgân takımı en ağır biçimiyle eleştirilmiş, âdeta yerden yere vurulmuşlardır. Çünkü bunlar Allah’ın evi Kâbe sayesinde “kuruşun (rantın) başında toplanan (Kureyş)” egemenleriydiler. Hâlbuki Allah bu Kureyş’in içinden “kuruşu toplayarak dağıtan (Kureyş)’i” çıkarmak istiyordu. Onun için bu çetenin tasfiye edilmesi gerekmekteydi. Bu nedenle Hz. Peygamber işe buradan başladı. Bu çerçevede Leheb suresi mushafta birkaç sure önceki “Kureyş” suresinin açılımı mahiyetinde okunduğu takdirde daha iyi anlaşılır…


Demek ki İslâm’ın doğuşu aslında bir gençlik hareketini andırmaktadır. İlk doğuş yıllarındaki söylemlere, karşı çıktıklarına, isyan ettiği meselelere, makes bulduğu çevrelere, korkusuzca meydana okuyuşuna, saf idealizmine, durmuş oturmuş statükoları hiçe sayan tavrına, taşıp gelen heyecanına bakılırsa tam bir gençlik hareketi özelliği taşıdığı görülür.


Her gençlik hareketi gibi, İslâm da, ilk ortaya çıktığında küçümsenmiş ve gelip geçici bir gençlik heyecanı olduğu sanılmıştır. Geleneklere karşı gelmekle, sonunu düşünmeden hareket etmekle, hayalci ve maceracı olmakla suçlanmıştır. Onca yaşını başını almış “iki şehrin büyük adamı” veya adamları varken yetim birisinin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkması fazlasıyla cüretkâr bulunarak dışlanmıştır. Ne dediğini bilmez bir küstahlık içinde olduğu, din adamları hiyerarşisi içinde hiçbir kariyerinin bulunmadığı, herhangi bir ayin yönetmediği, Ebu Amir gibi bölgenin ileri gelen din adamları varken henüz otuzlu yaşları yeni geçmiş birisinin peygamberlik iddiasının kabul edilemez olduğu söylenmiştir. Velhasıl tipik bir gençlik hareketine yöneltilen her türden suçlamaya maruz kalındığını görüyoruz.


Bunlara rağmen heyecan kısa süre içinde her yanı sarmış, genç ihtiyar herkesi etkilemiştir. Değil Arap yarımadasının, tüm insanlığın kurumuş vicdanını ve tutulmuş aklını açan, donmuş dimağını ve katı geleneklerini parçalayan tarihin en kalıcı hareketi olduğu anlaşılmıştır.
Bu açıdan dünya tarihinde yeni bir çağ başlatan, tarihin iki büyük imparatorluğunu yıkmakla kalmayıp onlarca yeni imparatorluğa da kurucu ruh veren, milyonlarca insanın yeni dini haline gelen böylesi bir hareketin, esasında bir gençlik hareketi olarak başlamış olması son derece dikkat çekici ve çarpıcıdır.


Çünkü gençlik ruh ve heyecan demektir. Kirlenmemişlik, saflık, berraklık ve idealizm demektir. Gençlik gelecek, gelecek de varolma demektir. Bu açıdan gençlik yeniden doğuşu ifade eder. Yeni doğan her çocuk bu nedenle “nur topu”dur, göz aydınlığıdır. İnsanlığın kirlenmiş kanı bu nedenle daima gençlik damarlarından yenilenip tazelenir. Her doğan çocuk yeni umutlarla, yeni hayallerle doğar. Çocuğu olmayan, yani yeniden doğmayan, doğamayan bunun için “kısır”dır, “ebter”dir, geleceği yoktur. Hz. Peygambere verilen “Kevser”in ne olduğunu anlamak istiyorsak, Uhud savaşında “yüzüne çekince bacağı, bacağına çekince yüzü açıkta kalan” savaş alanın ortasında kanlar içinde yatan 18 yaşındaki Musab bin Umeyr’in “tüyleri yeni bitmeye başlamış” o tertemiz bedenine bakmalıyız. İşte Kevser budur. Hz. Peygamber’i ebter olmaktan kurtaran budur. Kevser gençlik aşısı, bir çağrının genç yüreklerde makes bulan yankısı, toprağa tutunan tohumudur.


Hayat Irmağı


Her çocuk dünyaya gelmekle aslında akıp gitmekte olan “hayat ırmağının” içine düşer. Bu ırmakta ya boğup dibe batacak ya da yüzerek kurtulacaktır. Bu mücadeleyi vermeden gerçekten doğmayı hak edip hak etmediği anlaşılmaz. Bu nedenle hayat dediğimiz kimimizi çer çöp, kimimizi kenarında bir ot haline getiren yaman bir nehirdir.


Hz. Peygamber bir hadisinde bize bu hayat dersini şöyle verir; 


“Cenneti hak edenler cennete, cehennemi hak edenler cehenneme girecek. O zaman yüce Allah şöyle seslenecek; “Kalplerinde hardal tanesi kadar imanı/iyiliği olanları cehennemden çıkarın!” Bunun üzerine o ana kadar cehennemde yananlar oradan simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılacak ve hayat ırmağına atılacaklar. Sonra bir akıntının kenarında yeşeren otlar gibi hayata geri dönecekler. Sen onun nasıl sarardığını ve tomurcuklandığını görmez misin?” (Buhari, Muslim, Neseî, İbni Hanbel).


Hadiste geçen “Hayat ırmağı” (nehru’l-hayat) tabiri son derece çarpıcıdır. Bunu, “ahiretin tarlası” olan dünya hayatı hakkında da düşünürsek, demek ki hayat bir ırmak gibidir. İnsanları süpürür götürür. Bu akıntıda kimimiz boğulur, kimimiz yüzerek kurtuluruz. Kimimize rahmet gibi yağmur, kimimize sel gibi afet getirir. Kimimiz bu ırmakta boğularak dibe ineriz, sonra ırmağın kenarlarında yeşeren otlar gibi tekrar hayata dönerek tutunuruz. 


Kimimiz tutunur, kimimiz savrulur. Hayat kimimizi parlatır, kimimiz söndürür. Dibe inenler ve tavana vuranlar, tutunanlar ve tutunamayanlar arasında bir yarıştır sürer gider. Hayat ırmağında kötülükler insanı bitirip dibe vuran bir ota çevirirken, iyilikler tekrar yeşertir, daha da gürbüz hale getirir. Hayat dediğimiz, yürüyüş halinde akan coşkun bir ırmaktır (seyr-i huruşân). İyi kötüden, yanlış doğrudan hayatın kendi yolunu kendisi bulma kabiliyeti sayesinde ayrılır. Hayat kendi gerçekliğine uymayanı zamanla dışına atar, yürüyüşüne katmaz. İnsan hayat ırmağının suyuyla her defasında yıkanıp temizlenir. Arına arına, temizlene temizlene varlığın özüne doğru yol alır. Altının ateşte eritilip sahtesinin gerçeğinden ayrılması gibi insan da hayat ırmağına atılarak sahtesi gerçeğinden ayırt edilir. Ateşte eritilen altın gibi hayat ırmağında sınanır (fitne ile imtihan olur). Tutunanlar yükselerek yola devam eder, tutunamayanlar sararıp ot olur. Ancak bu biteviye sürüp giden can sıkıcı bir tekrar (çark-ı felek) değildir. Boyuna yeniden yaratma (halk-ı cedid) ile yenilenen bir arınma sürecidir. Lâyık olanı yükselen dalgalarıyla önüne katan, müstahak olanı da dibe batırıp, sonra da kenarında ot yapan bir süreç…

Hayata Atılan Her Genç Yusuf'tur...


Her doğan çocuğun Âdem gibi olması ve Âdem kıssasının her doğan çocukla birlikte yeniden başlaması gibi, hayat ırmağında çırpınmaya başlayan her genç de bir Yusuf’tur. Yusuf kısası bunu için çağlar boyunca hayat ırmağına atılmanın, kuyu dibinden saray odalarına yükselmenin hikâyesidir. Hayatta yükselmenin ve batmanın, inişin ve çıkışın, dipten zirveye çıkmanın, zirveden dibe inmenin ne ile olacağının mesajını verir.


Hz. Yusuf’un rüyası ile başlayan Kuran’daki Yusuf suresi sonuna kadar bu rüyanın nasıl gerçekleştiğini anlatmaktadır. Yani bir çocuk hayalinin, bir gençlik rüyasının nasıl hayat ırmağından geçerek nasıl başarıya ulaşacağını ele almaktadır. On bir yıldız Yusuf’un kardeşlerini, güneş babasını, ay da annesini ifade eder. Surenin sonunda Yusuf “İşte gördüğüm rüyanın yorumu buydu” derken kendisi Mısır İmparatorluğu’nun veziri, kardeşleri, annesi ve babası onu gururla selâmlayan (ona secde eden) muhtaç ailesi konumundadır…


Demek ki Yusuf kıssası hayatta her tür kıskançlık, çekememezlik, kibir, şehvet, ihtiras, entrika, ihanet, intikam, para, iktidar hırsı gibi “kötülük” dürtülerinin arasından iman, söz, namus, doğruluk, dürüstlük, erdem, ahlâk, adalet, adab, yiğitlik, mertlik gibi “iyilik” değerlerinin sıyrılıp yükselişinin öyküsüdür.


Demek ki her doğan çocuk Âdem olduğu gibi her hayata atılan genç de birer Yusuf’tur. Her gençlik rüyası, bir Yusuf rüyasıdır. Her gençlik idealizmi bir Yusuf saflığındadır. Bunun gerçekleşmesi için kuyu dibinden saraya kadar, gençlik rüyalarına sadık olunması gerekmektedir. Önce bir takım gençlik rüyaları ile, saf bir idealizmle işe başlayıp sonra onları unutmamak gerekmektedir. Makama mevkiye gelince, iktidar olunca, paraya pula kavuşunca, “Hadi gel, seninim” diyerek gömleğini arkadan çekip yırtacak bir Züleyha ile karşılaşınca gençlik rüyalarını, o saf idealleri, ilkeleri, değerleri hemen terk etmemek gerekmektedir. Çünkü o rüyaların gerçekleşmesi bunların korunmasıyla mümkündür. Yusuf’un yaşamöyküsü aslında onların hikâyesidir. Kuşaklar boyunca her doğan çocukla birlikte Âdem kıssasının yeniden başlaması gibi, her genç adamın hayata atılışı ile birlikte de Yusuf kısası yeniden başlıyor.


Türkiye gibi bir ülke, kuyu dibinden saraya çıkınca, gömleğini arkadan çekecek bir Züleyha ile karşılaşınca gençlik rüyalarını terk ediveren insanlarla doludur. Her defasında biteviye tekrar eder. Yusuf bu ülkede solcu olur, sağcı olur, İslâmcı olur. Güzelim rüyalarla yola çıkar, saraya çıkar çıkmaz, “Hadi gel, seninim” diyen ilk Züleyha’yı görür görmez gençlik rüyalarını unutur. Hayat ırmağının içinde hep dibe doğru yol alır. Nihayet nehrin dibine batar, orada çürür ve kenarında sararmış solmuş bir ot olur.


Gençlik rüyalarının sürmesi için gömleğini arkadan çeken ince ellere, şuh kahkahalara hayır demesini bilmek lâzımdır. Gelişmeleri sezmek, tarihi oluşturan güçlerin ne olduğunu bilecek kadar hayata derinlemesine nüfuz etmek gerekir. Gelen kıtlıkları sezmesini, yokluklarda da bölüşmesini, paylaşmasını bilmek gerekir.


Bu nedenle gençlik rüyalarının görüleceği ocaklar açmak lâzım. Gençliği hayat ırmağının dibine batıp durmaktan kurtaracak faaliyetler içine girmek lâzım. Gençliği iğfal edilmekten de iğfal etmekten de kurtarmak lâzım. “Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…” demeye devam etmek lâzım. Uyuşturucu mafyasının, porno şebekelerinin cirit attığı liselerin önüne yeniden dönmek lâzım. Aksi halde hep birlikte yokoluş bizi bekliyor. Yeniden doğmazsak ebter bir kuşak olacağız…

To Top