HiCRET'TEN BiZE KALAN
GÜNCEL
0
Yorumlar
Hz. Peygamber'in dar aile-kabile çevresinde başlayarak Mekke
toplumunda sıkıntı ve eziyetlerle dolu geçen on üç yıllık tebliğ süreci,
Medine'ye hicret ile yeni bir merhaleye ulaşmıştır. Bu merhale, tüm dinlerin
yayılış süreçleri hesaba katıldığında, tarihin kaydettiği en hızlı gelişme ve
inkişaflardan birinin başlangıç noktası olacaktı. Bu anlamda Hicret'ten söz
etmek, Mekke'den Medine'ye göçten veya sadece bir takvimin sıfır noktasından
değil, insanlık için yeni bir başlangıçtan söz etmek demektir.
Müslümanların hayatlarında hicret, zamanın belli bir sürecinde gerçekleşmiş ve bitmiş tarihsel bir olay değildir. Hicret, idealler ve inançlarla çatışan ve onları baskı altında tutan şartları değiştirme, insanın kendisine yeni imkanlar aramasının bir sembolüdür.
Hicret, çeşitli naslarda dile getirildiği üzere, bir daralma
ve sıkıntı halinden veya mekanından çıkarak inanç ve idealleri gerçekleştirmek
amacıyla yeni imkanlar ve yerler aramaktır. Bu yönüyle Müslümanların
hayatlarında hicret, zamanın belli bir sürecinde gerçekleşmiş ve bitmiş
tarihsel bir olay değildir. Hicret, idealler ve inançlarla çatışan ve onları
baskı altında tutan şartları değiştirme, insanın kendisine yeni imkanlar
aramasının bir sembolüdür. Öyleyse belirli şartlar dahilinde hicret, her ferdin
ahlaki görevi ve yükümlülüğüdür.
Hz. Peygamber, birbirine bağlı iki temel konuyu dile getiren
bir hadis ile hicreti İslam ümmetinin zihinlerine ve gönüllerine
yerleştirilmiştir: Birincisi, bilhassa İslam hukukçularının hükümleri
değerlendirişlerinde referans noktalarından birisi saydıkları genel bir
ilkedir. Bu ilke, davranışların değerini onlara yön veren niyetlere bağlar.
Bilindiği gibi Hicret, genç İslam toplumunun ilk ve en önemli toplumsal
hareketiydi. Bütün toplumsal hareketlerde beklenebileceği gibi, Hz.
Peygamber'in öncülüğündeki Hicret'te de farklı amaçlar taşıyan insanların
bulunması tabiiydi. Hz. Peygamber bu duruma dikkat çeker ve aynı fiili
yapanların niyetlerine göre farklı karşılık göreceklerini belirtir. Hadiste
dile getirilen husus, sevdiği kadınla evlenmek amacıyla hicrete katılan ve
Medine'ye gelen Mekkeli bir Müslümanın durumuydu. Hz. Peygamber'in bu kişi
hakkındaki hükmü, bütün Müslümanların davranışlarında dikkate almak
zorunda oldukları evrensel bir ilke sayılmıştır. Hz. Peygamber ‘Ameller
niyetlere göredir, kim Allah'a ve peygamberine hicret ederse, onun hicreti
Allah'a ve peygamberinedir, kim bir kadınla evlenmek amacıyla hicret ederse
onun hicreti evlenmek istediği kadınadır...' buyurmuştur. Amel ve
davranışların niyete göre olması, kişisel veya günlük amaçlarını bir davanın
idealleri ve erdemleri altında gizlemek isteyenlere karşı dile getirilen en
kesin ve değişmez bir hükümdür. Böyle bir hareketin neresinde bulunursa
bulunsun, herkes sadece niyetine göre muamele görecektir. Başka bir
ifadeyle bir insanın amelinin değerini belirleyecek olan şey, sadece ve sadece
niyetidir. Bu yönüyle Hicret'ten öğrenilen en önemli düstur, sürekli
niyetlerin gözetilmesidir. Özellikle sûfiler, sürekli niyetin gözetilmesini ve
kontrolünü dindarlığın temel ilkesi saydıkları "ihlasa" ulaşmanın
yolu saymışlardır. Bu yönüyle tasavvuf, tam anlamıyla bir niyet tahkiki ve
soruşturması sayılabilir.
Hadisin başka bir boyutu daha vardır ki, bu kısım, özellikle
sûfiler tarafından yaygın bir şekilde yorumlanmıştır. Hz. Peygamber ‘Kimin
hicreti Allah'a ve peygamberine ise..' der. Sûfiler ‘Allah'a
ve peygambere hicret' üzerinde özenle durmuşlardır. Allah'a hicret ne
demektir? Sûfiler için bu ifade Hz. Peygamber'in ‘cevamiü'l-kelim' yani ‘az
söz ile çok şeyi anlatma' özelliğini gösteren bir ifade sayılabilir.
Başka bir yönüyle bu ifade, İbnü'l Arabi'de görülen, ‘dile getirilen
hikmet ile' ‘hakkında susulan hikmet' terimleriyle irtibatlı ele
alınabilir. Çünkü burada ‘Medine'ye hicret'ten konuşurken hicretin
yönü değişmiş ve ‘Allah'a ve peygamberine hicret'ten söz
edilmiştir. Sadece bu yaklaşım bile, hicreti her Müslümanın sürekli
tekrarlayabileceği bir eylem olarak yorumlamaya imkan verir. Çünkü Medine'ye
Hicret tarihsel bir olay iken Allah'a ve Peygamberi'ne hicret, tarih ve mekan
ile sınırlanmaksızın, her zaman mümkündür. Bu anlamıyla hicret, sûfilerin tevbe
hakkındaki düşünceleriyle paralel bir anlam kazandığı gibi sûfilerin buradan
hareketle geliştirdikleri yorumlar hicretin daha geniş bir anlamda
yorumlanmasına katkı sağlamıştır. Tevbe en genel anlamıyla ‘günahtan
pişmanlık duymak ve tekrar günah işlememeye karar vermek' diye
anlaşılır. Sûfiler, bu genel anlama özel bir anlam eklemişlerdir: Onlara göre
tevbe, ‘dönmek' fiiliyle birlikte düşünülmelidir. Nitekim
tevbe kelimesinin ilk anlamı da bunu gösterir. Peki, insan ‘neye' dönecektir?
Bu sorunun cevabı, günah sonucunda insanın nereye gittiği ve neyden ayrıldığı
sorusunun cevabıyla verilebilir. İnsan günah işleyerek Allah'tan uzaklaşmış ve
nefsiyle kalmıştır. Sûfiler, nefsi ve onun arzularını insanı daraltan,
sınırlayan bir şey olarak görmüştür. Buna karşın tevbe, insanın tekrar Allah'a,
yani nefsin ve arzularının darlığından ilahî âlemin genişliğine dönmesidir. Bu
durumda tevbe, hicret ile eş anlamlı hale gelir. Bu anlamda sufiler için
hicret, insanın her an derûnunda veya dışta yaşadığı bir fiilin adıdır.
İnsan kötü davranışlardan ve çirkin ahlaktan ‘hicret ederek',
erdemlere ve iyi davranışlara ‘döner'. Bu durumda onun
hicreti, Allah'adır ve bunun karşılığında Allah da kendisine döner.
Öyleyse Hicret'ten bize kalan iki önemli ilke veya görev
vardır: Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri
ve duruşu' tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes, sadece ve sadece
kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da
kendi niyeti ve davranışıdır. İkincisi ise hicretin gerçekte mekan veya
zamanla irtibatının ortadan kalkmasıdır. Hicret, herkesin bütün zaman ve
mekanlarda yaşayabileceği zihnî, itikadi, amelî ve ahlaki bir dönüşüm ve değişimden
ibarettir. Binaenaleyh süflîlikten ulviliğe dönük her intikal, Allah'a doğru
bir tevbe ve hicretti