" HAKKIMI HELAL ETTiM! "


"Vicdan genişliği" iman, ilim, marifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlık hisleriyle mamur bir gönlün, engin bir himmetle bütün insanlığı kucaklaması, kalb kapılarını herkese açması, hep affedici, bağışlayıcı, mürüvvetkâr olması ve özellikle de bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedî mutluluğunu istemesi şeklinde tarif edebileceğimiz bir ruh yüceliğidir.
Diğer bir ifadeyle, bir insanın, kendi acz u fakr ve ihtiyaçlarının farkında olarak ve bunları karşılayacak bir güç ve kuvvete dayanma lüzumunu duyarak iman, teslim ve tevekkül ile Zât-ı Ulûhiyet'e sığınmasının yanı sıra, her türlü bencilce tavırdan sıyrılarak içtimaî ruha uygun hareket etmesidir.
İman, ilim, marifet ve muhabbet şualarıyla aydınlanmış ve inkişaf etmiş bir vicdan, Yaratan'dan ötürü herkese karşı alâka duyar; karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür, desenler temaşa eder, sesler dinler.. ve bütün varlığın ünsiyet solukladığını hisseder gibi olur; böylece her şeye ve herkese hep sımsıcak mukabelede bulunur. Öyle ki, sadr u sinesi cihanları içine alacak kadar genişler; benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekanla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir. Böyle bir gönül, insanî duygularının gelişmesi, genişlemesi nispetinde her zaman ferdiyetini aşar, âdeta küllîleşir; bütün inananları kucaklar, herkese el uzatır ve topyekün insanlığı en içten duygularla selamlar.
Vicdanı geniş bir mü'min, insanlarla muamelelerinde peygamberâne bir üslup sergiler; herkesi sever, herkesin iyiliğini ister. Kendisini en küçük hatalarından dolayı bile sorgular; ama başkalarının kusurlarını görmezlikten gelir; yakın-uzak çevresindekilerin yanlışlarını sadece normal hallerde değil, öfkelendiği zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz ruhlarla dahi iyi geçinmesini bilir.
Haddizatında, yüce dinimiz de, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten nazarlarını ahiretin yamaçlarına dikmiş, sonsuz saadet peşinde koşan bir mü'minin başka türlü davranması da düşünülemez.. başka türlü davranması bir yana, hakiki mü'min oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhundaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, hatta bütün muamelelerinde sevginin de ötesinde şefkati esas alır; gayz, nefret ve kine ise hep uzak kalır. O, kendi gönlünden işe başlayarak, her bucakta iyilik ve güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine zemin hazırlar; üzerine kinle, nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz kimseleri dahi sevginin gücüyle savar.
Geniş vicdanlı insan, hemen her zaman sevmenin ve şefkat etmenin heyecanıyla yaşadığından dolayı, duygu ve düşüncelerinde, hal ve hareketlerinde olduğu gibi ibadet ü tâat ve dualarında da bencillikten uzak durur, himmetini her zaman âlî tutar; tazarru ve niyazlarında bütün akrabasını, dostlarını ve arkadaşlarını da mülahazaya alarak herkesin hayrını diler.. hatta çerçeveyi daha da genişleterek, yeryüzünde ne kadar insan varsa, hepsinin kalbini imana, İslam'a, ihsana ve Kur'an'a yönlendirmesi için Cenâb-ı Allah'a yalvarıp yakarır.
Üstad'ın hassasiyeti
İnsanın vicdanını inkişaf ettiren vesilelerin başında mehâsin-i ahlak gelir; bu itibarla da, vicdan genişliğinin en önemli alâmeti, güzel ahlaktır. Mesela, afv u safh güzel ahlakın bir şubesidir; kusurları bağışlama ve affedici olup dostça muameleyi sürdürme vicdanı geniş bir mü'minin şe'nidir.
Böyle güzel sıfatların sahibi bir mü'min, başkalarından gördüğü kötü muameleler karşısında bile sabırlı, temkinli, bağışlayıcı ve muhasebe derinlikli olur. O, hemen her kötülük ve musibete "Ben daha büyüğüne müstehaktım!" mülazasıyla yaklaşır. Nasreddin Hoca'nın, kafasına ceviz düşünce yerdeki kabağa bakıp, "Her şey yerinde güzel; ağacın dalında ceviz yerine ya bu kabak olsaydı!" diyerek hikmet-i ilahiyeye bakışını seslendirdiği gibi, o da "Ya tam istihkakıma göre bir musibetle karşı karşıya kalsaydım.. demek ki Allah (celle celaluhu) başıma gelecek belayı rahmetiyle ezip büzdü, küçülttü, böyle minnacık bir şey yaptı ve öyle düşürdü; hamd olsun O'na!" diyerek meseleyi kendi hata ve günahlarına, istihkâkına ve kader-i ilahîye bağlar; geriye kendisine kötülük yapan insanın az bir hissesi kalmışsa onu da affeder.
Hazreti Üstad'ın, kendisine zulmedenlere, türlü türlü ithamlarla onu mahkûm etmek isteyenlere, kasaba kasaba dolaştıranlara ve zindanlarda ona yer hazırlayanlara bile hakkını helal etmesi; ehl-i dünyanın zulmünü, kaderin adaleti ve kendi muhasebesi zaviyesinden değerlendirerek hiç kimseye küsmemesi; düşmanlık yapanları bile şefkat dairesinin dışında tutmaması ve onların da hidayete ermelerini cân u gönülden dilemesi bu mevzuya ne güzel misaldir.
Yine Nur Müellifi'nin, kendisine kötü sözler söyleyen bir insan hakkındaki mütâlaası ne kadar mü'mince ve ne kadar ibretâmizdir! Kötü sözlere şöyle mukabele eder: "Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımcı olur. (...) Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ona darılmak değil, belki memnun olmak lazım gelir."
İman, ilim, marifet ve muhabbetle aydınlanmış ve inkişaf etmiş bir vicdan, Yaratan'dan ötürü herkese karşı alâka duyar; karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür.
Herkesi sevip herkesin iyiliğini istemek, kendisini en küçük hatalarından dolayı bile sorgulayıp başkalarının kusurlarını görmezlikten gelmek, peygamberâne bir davranıştır.
Geniş vicdanlı insan, dualarında da bencillikten uzak durur ve yeryüzünde ne kadar insan varsa, hepsinin kalbini imana, İslam'a ve Kur'an'a yönlendirmesi için Allah'a yalvarıp yakarır.
Zirveler temkin ister
Tebe-i tâbiîn döneminin büyük muhaddislerinden Yahya b. Said el-Kattan hazretlerinin kötü sözlü bir komşusu varmış. Bir gün komşusu ona çok ağır sözler söyler. Hak dostu, hakaretler savuran insana hiç karşılık vermez; sadece bir fısıltı halinde dudaklarından şu ifadeler dökülür: "Belki de doğru söylüyor, bana kimliğimi ve nasıl biri olduğumu hatırlatıyor. Evet, ben kimim ki ya da neyim ki bunlara istihkakım olmasın!"
Evet, büyüklerdeki bu türlü mülahazalar, benzer hal ve tavırlar hep bu vicdan genişliğinin alâmetidir. Gönülsüzdür onlar, nefisleri hesabına kolay kolay kırılmazlar. Başkalarının kusurlarını ve kendi iyiliklerini hemen unutur; ama kendi hata ve günahlarını, bir de başkalarından gördükleri ihsanları asla hatırdan çıkarmazlar. Hemen her zaman her şeyi etraflıca ele alır, meselelere geniş bir açıyla bakar, hadiselere ve şahıslara mülayim ve müsamahalı yaklaşır ve sinelerini herkese açık tutarlar. İşte, bütün inananlar, vicdan genişliği açısından onlara benzemeye çalışmalı ve o ufku yakalamak için gayret göstermelidirler.

Kötü ahlakın neticesi
Diğer taraftan; kötü ahlak, insanda darlık hasıl eder. Vicdan, cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. Mesela; bir insanda çekememezlik ve kıskançlık da diyebileceğimiz "haset" marazı mevcutsa, o kimse, kendisinden başkasının başarısını, zenginliğini, güzelliğini, ilmini, mutluluğunu... çekemez; kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya mevhibelerin başkasında bulunması karşısında rahatsızlık duyar. Hakk'ın takdirine rıza göstereceğine, kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini ister; hadiseler arzu ettiği gibi gitmeyince de kaderi tenkit eder ve sürekli hezeyan yaşar.
Haset böyle sürüp gittiği takdirde birkaç kişiye karşı olan bu çekememezlik hissi zamanla büyür, genişler; sonra da düşünce ve hissiyat ufkunu tamamen kuşatarak insanı bütün iyiliklere, güzelliklere sövüp sayan bir saldırgan hâline getirir. Hatta bazen hâsid kimse, kıskandığı insanlar Müslüman olmasına rağmen, her fırsatta onlara hakaretler savurur; sırf kıskançlığından ötürü ehl-i küfürle bir olup haset ettiği müminlere saldırır. Kendi nefsine ait bir darlığın mahkûmu olan böyle biri, ahsen-i takvime ait genişliği kat'iyen duyamaz ve iman atmosferinin gerçek rengini asla göremez.
Kibirli bir insan da, kendini büyük kabul ettiğinden dolayı hakiki büyüklerin büyüklüğüne tahammül edemez. Hatta, bir üstadı, bir hocası, bir mürşidi varsa, onu bile hazmedemez. Zâhiren mürşidini takdir eder ve onun ardı sıra yürüyor görünür, ama haddizatında görünüşteki o takdir ve takibinden de içten içe rahatsızlık duyar. Azıcık mürekkep de yalamışsa, "Ben de bir kısım şeyleri biliyorum" der. Bazı insanların, Allah'ın te'yidine mazhar olduklarına ve ilahî inayetle desteklendiklerine hiç inanmaz; benliğini aşıp başkasını kabule yanaşmaz. O hal üzere devam ettiği sürece de, hep bir darlığın pençesinde debelenip durur.
Haftanın Duası
Rabb'imiz! Bizi korktuklarımızdan emin eyle ve duamıza icabette bulunarak istediklerimizi ihsan et. Kıymetlerini bilemediğimiz için hiç ihtiyaç hissetmediğimiz ve rahmet hazinenden dilenmediğimiz nimetleri bile bize lutfeden Cömertler Cömerdi!.. İşte şimdi, ihtiyacımız olan şeyleri Sen'den dileniyoruz. Verenlerin en güzeli Sen'sin ve biz de Sen'in nezd-i rububiyetinden gelecek lütuflara her zaman muhtacız.



Sözün Özü

Bir insanın mahrem yanlarını ifşa etmek, hatalarını fâş etmek asla doğru değildir. Böyle bir şey insan haklarına da, mevcut hukuka da, İslâm fıkhına da aykırıdır. Hata ve günahları fâş etmek değil, örtmek esastır. Hırsızlık yapan bir insan derdest edilip Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirilince O, 'Niye getirdiniz bunu?' demiş. Zina itirafıyla kendisine gelene de, 'Dön git ve Allah'a tevbe et!' buyurmuştur. Dünyada bir müminin ayıbını örtenin Allah da Kıyamet Günü ayıplarını örter.

Yorum Gönder

To Top