HASET
İSLAMİYET
0
Yorumlar
Bir mânâda çekememezlik ve kıskançlık da diyebileceğimiz
"haset", herhangi bir insanın şeref, ikbal, başarı, hattâ sağlık,
afiyet, zenginlik, eda, endam, güzellik, bilgi, zekâ, mutluluk... gibi vasıflar
ve mazhariyetler karşısında duyduğu hazımsızlık hissidir ki, buna kestirmeden,
bir ferdin kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya mevhibelerin,
başkasında bulunması karşısında duyduğu bir iç rahatsızlık da diyebiliriz.
Rahatsızdır böyle biri kendine nispet edilmeyen faziletlerden, meziyetlerden,
başarılardan; kederlenir hasım yerine koyduğu insanlara gelen nimetlerden;
sevinir onların maruz kaldıkları musibetlere.. ne "hüsn-ü aklî"ye
saygı duyar ne de "hüsn-ü şer'î"ye; zîrâ o, altında kalıp ezildiği
ifritten egoizması ve dünyalara sığmayan kibriyle bütün fâikiyetlerin,
farklılıkların kendine nisbet edilmesi kuruntularıyla oturur-kalkar ve geçmiş
devirlerdeki İlâhî mevhibeler hakkında bile nasıl olmuş da ona rağmen farklı
bir zaman diliminde ortaya çıkmışlar diye düşünerek sürekli iç homurdanmalar
yaşar.
Aslında böyle bir ruh hâleti taşıyan kimsenin cinnetinde
şüphe olmamakla beraber, şimdiye kadar bir kısım psikanalizcilerle bazı
psikologların dışında, açıktan açığa bu delilere "deli" diyen de
çıkmamıştır. Evet, bir kısım psikanalizciler, haset duygusunu belli aşamalara
ayırır ve şöyle bir sıralama ile ele alırlar: Değişik rekabet hisleriyle dışa
vuran kıskançlık; hazımsızlığa hazımsızlıkla mukabele şeklinde ortaya çıkan
çekememezlik ve gidip hezeyana dönüşen, sonra da bir tufan hâlini alan daha
müthiş haset hissi... Bu sıralama, potansiyel kıskançlık duygusunun değişik
terbiye yöntemleriyle kontrol altına alınmaması durumu itibarıyladır. İnsanları
his, şuur ve şuuraltı dünyalarıyla iyi okuyup iyi değerlendirebilen iç
derinlikli rehberler ve insan sarrafı terbiyeciler vasıtasıyla, onun zararlı
bir şekilde ortaya çıkmasına fırsat verilmeyebilir. Bu his önceden sezilerek,
hoşgörü ve başkalarına ait meziyetlere tahammül ufkunu göstermek, kendi meziyet
ve mevhibelerine yönlendirmek suretiyle tâdil edilebilir ve böylece
kıskançlığın derecesi azaltılarak hasetçinin kendini harap etmesi kısmen de
olsa önlenebilir. Üzerinde daha farklı bir üslûpla durma mülâhazası mahfuz bu
da bir görüş. Siz isterseniz, yine bir psikanalizci mülâhazasıyla buna, insanın
bir kısım iç zaaflarının belli şahıslarda haset dürtülerine dönüşmesi de
diyebilirsiniz...
İster öyle ister böyle, haset marazının –kem nazar dışında–
kıskanılan kimseye hiçbir zararı yoktur, olamaz da. Şayet bir zarar söz konusu
ise, o da hâsidin kendisine râcidir; zîrâ kıskançlık, kıskanılandan daha çok
kıskananın işini bitirir. Evet böyle biri her zaman rahatsızlık içindedir;
çekemediği kimselerde gördüğü güzelliklerden, değişik İlâhî lütuflardan
rahatsız olur; olur da oturur-kalkar hasım kabul ettiği şahsın mazhariyetleri
karşısında kinle, nefretle homurdanır durur; Hakk'ın ona teveccühlerini içten
içe sorgular.. duaya inanıyorsa, kıskandığı kimseye beddua eder; ihtimal onun
için büyüye, kahriyeye başvurur ve kendi hayatını çekilmez bir azaba çevirir.
Bir insanda haset marazı mevcutsa, onun için bir sürü
çekememezlik sebebi hazır demektir: Bazıları için aynı kulvarda koşma;
bazılarınca karşı taraf kadar başarılı olamama veya beklediği ölçüde
başarılarının karşılığını görememe; kimilerince de bencillik ve kibri zaviyesinden
hep hasmına göre kendine biçtiği seviyenin gerisinde kalma... gibi hususlar
birer hazımsızlık sebebidir. Böyle bir hâsid, Hakk'ın takdirine rıza
göstereceğine, kaderî plânların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan
etmesini arzu edercesine sürekli hezeyan yaşar; açık-kapalı her zaman kaderi
tenkit eder; İlâhî icraatı sorgulama küstahlığında bulunur.. kıskançlık
hafakanları itibarıyla kendi yaşama atmosferini elektriklendirir ve kendi
eliyle gider öldüren bir darlığın kulu-kölesi olur. Rahatsız eder çevresini ve
onlar tarafından rahatsızlığa maruz kalır.. böyle bir darlık içinde geçirdiği
her dakika, her saat, patlamaya hazır bir bomba görüntüsü sergiler ve bu
hâliyle en yakınlarını dahi bîzar eder.
Hastalık böyle sürüp gittiği takdirde, zamanla, mahsûd
kimselere karşı olan bu çekememezlik hissi büyür, genişler; sonra da düşünce ve
hissiyat ufkunu tamamen kuşatarak onu bütün iyiliklere, güzelliklere sövüp
sayan bir saldırgan hâline getirir. Öyle ki, artık böyle birinin bütün sözleri,
beyanları döner dolaşır, hep gelir hasım/hasımlar konumundaki şahıslara
takılır. Bir mü'min için müzakere ve muhaverelerde "sohbet-i Cânân"
ne ise, kıskançlık pençesinde kıvranıp duran bahtsız için de bütün negatif
mülâhazaların gelip kıskanılan (mahsûd) şahsa dayanması aynıdır. Bazen hasmını
hafife alarak, bazen onun hakkında gıybetlere girerek, bazen de iftiralar ile
karalayarak hep ona karşı düşmanlık duygularıyla oturur-kalkar.
Nefsin azat kabul etmez kölesi böyle bir zavallı, her gün
beş defa camiye gitse veya ömrünü zâviye ve halvethanelerde geçirse ya da gidip
Haremeyn-i Şerifeyn mücâvir ve misafirliğiyle serfiraz olsa da, içindeki
bencillik hissini, kibir duygusunu, görünme zaafını, alkışlanma arzusunu söküp
atacağı âna kadar, onun hakikî insan olmayı duyup zevk etmesi çok zordur;
zordur, zîrâ o, ruh dünyasındaki bu olumsuz şeylerle Arapların
"dâü'l-udâl" dedikleri iflâh etmez bir rahatsızlığın pençesindedir..
ve bu hâliyle bir şey dinleyip bir şey anlaması da mümkün değildir; mümkün
değildir çünkü, onun tahayyülleri kirli, tasavvurları basbayağı, fikirleri de
sisli-dumanlıdır. Doğru göremez, doğru düşünemez, doğru değerlendiremez;
iyiliklere kötülük der, –kendine ait değilse– güzellikleri çirkin görür ve
kendisine nispet edilmeyen en önemli insanî değerlerin gerçekleştirilmesine
karşı dahi savaş ilân eder. Dahası, gücünü, kendi değerlerini yükseltmeye sarf
edeceğine, başkalarının başarılarını karalama, küçük gösterme ve tahrip etme
istikametinde kullanır.. böyle davranır ve çok defa hasımlarını yakmak için tutuşturduğu
ateşte içten içe cayır cayır yanar da bıkıp usanmaz çekememezlik adına
tutuşturduğu fitne ocaklarını körüklemekten.
Karşı tarafı küçük düşüreyim diye çırpınır durur, ama küçük
düşen de yine kendisi olur; böylece kendi hakkında zamanla bütün kazanma
kuşaklarını birer kaybetme arenasına çevirir. Başkalarına zindan projeleri
hazırlarken, koskoca dünyayı kendine zindan eder.. mânevî hayatının nurlarını
söndürür ve körkütük bir hazımsızlık heykeli hâline gelir; gelir ve pîri
sayılan İblis'i sevindirir.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kıskanma ve
çekememe konusunda oldukça sert ifadeler kullanır ve ümmetinin bu ruhî
rahatsızlıktan –bir mânâda "sedd-i zerâyi" mülâhazasıyla– uzak
durmalarını salıklar. İşte o nurefşan sözlerden meâlen birkaçı:
"Hasetle iman bir kalbde beraber bulunmaz."1
"Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi haset de iyilikleri
öyle yer bitirir."2
"Benim ümmetime de geçmiş milletlerin hastalıkları
bulaşacaktır; o hastalıklar, şımarıklık, küstahlık, servet çokluğuyla övünme,
birbirine sırt dönüp uzaklaşma ve çekememezlikti."3
"Hasede girmedikleri sürece insanlar hep hayırla oturur
kalkarlar."4
Bir başka yerde benzer ruhî rahatsızlıklar üzerinde durur,
suizandan uzak durma vurgusunda bulunur ve hasedin tehlikesini hatırlatır.
Konuyla alâkalı O'ndan şerefsudur olmuş daha bir hayli
nurefşan beyan göstermek mümkündür; ama biz onlardan
"cevâmiu'l-kelim"den sayılan bir pırlanta daha zikretmekle yetinmek
istiyoruz:
"Zinhâr dedikodu ile ömür tüketmeyin; başkalarının
kusurlarının takipçisi olmayın; birbirinize karşı çekememezlik ve kıskançlığa
girmeyin ve sakın sakın kin gütmeyin."5
Bütün İslâm ahlâkçıları uzun uzadıya haset üzerinde durmuş,
herhangi bir insan üzerindeki İlâhî nimetlerin zâil olmasını istemeyi
kalbsizlik saymış ve bu İblisçe mülâhazayı ciddî ciddî sorgulamışlardır.
Evet, ötelerde ilk işlenen günahlardandır Hazreti Âdem'e
karşı bu kıskançlık oyunu.. Kabil'le yeryüzünde bir kere daha yenilenir ve
sonra figüranları insanoğlu, şeytan bu çirkin oyunu teksir eder durur. Öyle
görünüyor ki, Goethe'nin ifadesiyle kıyamete kadar da tekerrür edip duracak.
İblis, Hazreti Âdem'i çekememişti, Kabil de Hâbil'i. Firavun, Hazreti Musa'yı;
bir kısım densiz diyanet mensupları Hazreti İsa'yı ve nice kendini bilmezler de
İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı... çekemedi, kendi
ufuklarını kararttılar; bugün de çekemiyor ve hayatlarını azaba çeviriyorlar;
iyiliklere, güzelliklere çirkin deyip daha bir çirkinleşiyorlar; hayırları
baltalıyor, dünyayı şerler arenasına çeviriyorlar.
Diğer hastalıklar gibi haset rahatsızlığının da erken
teşhisi çok önemlidir. Eğer rahatsızlık dışa vurmadan sezilir; kıskanılan kimse
veya bir başkası tarafından kıskanç adam değişik rehabilitelerle kalbî ve ruhî
hayata yönlendirilebilirse, bu öldürücü duygu belli ölçüde de olsa baskı altına
alınmış olur.
Haset, bir kötülük saplantısı, bir yıkma ve yok etme
hissidir; aklî, mantıkî yollarla bunun kıskanç kimseye hiçbir şey kazandırmadığının
anlatılması yararlı olur. Hemen tesir etmese de zamanla bir şey ifade edeceği,
hiç olmazsa bu duygunun frenlenmesini sağlayacağı söylenebilir. Ayrıca, kıskanç
kimsede başkalarına yararlı olma hissinin uyarılması, yaşama duygusu yerine
yaşatma mefkûresinin geliştirilmesi faydalı olabilir. Ve tabiî her şeyden
evvel, hayatı Allah rızasına bağlı götürme ve O'nu hoşnut etme cehdi içinde
bulunma istikametindeki rehabilitasyonların onu bir nefis zebunu gibi
yaşamaktan, bir beden ve cismaniyet hamalı olmaktan kurtarması –Allah'ın
izniyle– her zaman ihtimal dâhilindedir.
Bu arada haset edilen kimselere de, mazhar oldukları
nimetleri paylaşma ve herkesi faydalandırma; kıskanma ve çekememe konumunda
bulunan kimseleri görme-gözetme ve gönüllerine girme; hazımsız olduklarına
ihtimal verdikleri kimseler hakkındaki iyi düşünce ve mülâhazalarını onlara
ulaştırma; ellerinden geldiğince Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Sebeb-i
mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük
işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme; Allah'ın ihsan ve
lütuflarını herkesin görüp bileceği tarzda kullanarak iştihaları
kabartmama..." gibi bir hayli iş düşmektedir. Bütün bunlarla çekememezlik
marazının önü alınır mı-alınmaz mı, o, Allah'ın bileceği bir şeydir; ben, bu
konuda yapılmasının yararlı olabileceğine inandığım bazı hususları açmaya
çalıştım. Hakikati Allah bilir ve Müessir-i Hakikî de yalnız O'dur.
Ayrıca şu hususa işaret etmede de yarar var: Hasedin böyle
zararlı olanının yanında gıpta mânâsına gelen bir türünü de Sahib-i Şeriat
mahzursuz görmüş ve şöyle buyurmuştur: "İki kimseye hasette (gıpta) zarar
yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkân sahibi ve
Allah'ın lütfettiği ilmi yaşayıp başkalarına da öğreten kimse."6 Ne var
ki, Kur'ân'ın has talebelerinin, ismiyle aynı olduğu gibi, algılanmasıyla da
mahzurlu, çekememezliğe hem-hudut olan böyle bir ruh hâletinden uzak durmaları
daha uygundur. Bundan başka hakta, dinî hayatta ve Allah rızasını kazanmada
yarışma duygusu diyebileceğimiz "tenâfüs" Kur'ân-ı Kerîm'ce
alkışlanmış ve takdir edilmiştir. Rıza ne hoş ufuk, onu "i'lâ-yı
kelimetullah" ile yakalama ne kutsal bir vazife ve o hususta rekabetsiz
yarışma ne mübeccel bir iştir..!