MUHARREM AYI VE KERBELA
GÜNCEL
0
Yorumlar
Soru: 1) Aslında ortak acı diyebileceğimiz Kerbelâ mezâlimi -maalesef- Alevîler ve Sünnîler arasında kavga ve ayrılıklara sebepmiş gibi gösterilip suistimal edilebiliyor. O elîm hâdise hangi suretle hatırlanmalı ve Kerbelâ şehitleri nasıl yâd edilmelidir ki hem ihtilaf ve iftirakların önü kesilsin hem de tarihten ibret alınabilsin?
Muharrem, Hicrî takvimin ilk ayıdır. Aşûra günü denilen
Muharrem ayının onuncu gününde, tarihte pek çok önemli olayın meydana geldiği
rivayet edilmektedir. Hazreti Âdem’in tevbesinin kabulü, Hazreti Nuh’un
gemisinin tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturması; Hazreti İbrahim’in
ateşten kurtulması, Hazreti Yakub’un oğlu Hazreti Yusuf’a kavuşması ve Hazreti
Musa’nın Firavun’un tasallutundan necâtı bunlardan sadece birkaçıdır. Rasûl-ü
Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Muharrem ayında oruç tutmanın
faziletine dair beyanlarda bulunmuş; hususiyle bu ayın dokuz, on ve on birinci
günlerinde oruç tutmayı ashabına tavsiye etmiş; Aşûra gününde tutulan orucun,
geçen bir yıl boyunca işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile
olabileceğini müjdelemiştir. Hicri 61/Milâdi 680 yılı Muharrem ayının onuncu
gününde vuku bulan Hazreti Hüseyin’in şehadetinden dolayı o gün bir yönüyle
hüzün hislerini de tetikleyen bir gündür.
Muharrem ayı vesilesiyle oruç tutulabilir, iftar
sofralarında bir araya gelinebilir, aşûra ikram edilip ağızlar
tatlandırılabilir; Alevîler ve Sünnîler bir masa etrafında bir araya
getirilerek bir halka teşkil etmeleri sağlanabilir. Sonra da orada Ehl-i
Beyt’in ve Kerbelâ şehitlerinin faziletleri, bilhassa Hazreti Hüseyin’in
derinliği anlatılarak onlarla bütünleşme ve onlar gibi olmaya çalışma yolunda
bazı meselelerin müzakereleri yapılabilir. Aksi halde, kadere taş atma da
sayılabilecek şekilde sadece matem havasına bürünmenin ve yas tutmanın bir
sevabı söz konusu değildir.
Lü’lülerin elleri kurusun.. İbn-i Mülcemlerin elleri
kurusun.. Şimirlerin elleri kurusun… Ne var ki, onların yaptıkları şeylerden
dolayı –biraz da garaz duygularını işin içine sokup– başkalarına sövmek ve bir
zümreyi karalamak insana sevap kazandırmaz. Faydalı ve sevaplı bir iş yapmak
istiyorsak, Ehl-i Beyt’i hayırla anabilir, onlara dualar edebilir, mevlidler
okutabilir, hatimler yapabilir ve daha başka hayr ü hasenât ortaya koyup
sevaplarını onlara bağışlayabiliriz. Sonra da deriz ki, “Allahım o yüce
kâmetlerin benim mevlidime, hatmime, duama, hayr ü hasenâtıma ihtiyaçları
yoktu; fakat, münasebetimi ifade etmek, onların bana teveccühlerine bir çağrıda
bulunmak, kendimi onlara tanıtmak ve şefaat dairelerine girmek istiyorum.”
Birilerini severken başka birilerine adâvet etme din
değildir; o mevzuda herhangi bir ilahî emir yoktur. Hatta dinde Firavun gibi
tiranlara sövülmesi ve onlara lanet edilmesi gerektiğine dair bir emir de söz
konusu değildir; sövüp saymanın hiçbir sevabı yoktur. Sövmeler saymalar, sövüp
saymalara yatırım demektir. Nitekim, Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Onların
Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da
cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (En’am, 6/108)
Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir
hadis-i şeriflerinde kişinin anne ve babasına sövmesinin büyük günahlardan
olduğunu ifade etmiş, orada bulunanlar bu durumu yadırgayıp: “Kişi hiç anne ve
babasına söver mi?” diyerek istifsârda bulununca da, Allah Rasûlü
(aleyhissalâtü vesselâm); “Evet, kişi tutar bir başkasının babasına söver,
(nâseza, nâbeca sözler söyler), o da onun babasına söver; tutar annesine söver,
o da onun annesine söver.” (Buhari, Edeb 4) buyurmuştu.
12 Mart Muhtırası günlerinde hapiste iken bazı solcu
arkadaşlarla aynı koğuşta kalıyorduk. Ben bir gün bir münasebetini bulup onlara
bir hususu hatırlatmak istedim. Ancak bunu yaparken Karl Marks aleyhinde bir
söz söyledim. Onların içinde fakire karşı saygı duyan bir mimar arkadaş da
vardı. Hatta bu zat, diyalog ve hoşgörü süreci başlayınca bir gazetede takdir
ifade eden değerlendirmelerde bulunmuştu. İşte bu ölçüde münasebetimizin
bulunduğu o şahıs bile, ben Marks’a iğne ucuyla ilişince hemen doğruldu ve
“Hoca! Başlayayım mı?” dedi. İşte o an, yüreğim ağzıma geldi. Ağzıma geldi
çünkü başlayınca –Rabbim muhafaza buyursun– Allah’tan, Peygamber’den, Kur’ân’dan
başlayacaktı. Belki söylediğim yanlış değildi; fakat şurası muhakkak ki,
muhatabın hissiyatını, anlayışını hesaba katmadan, doğruyu onun başına vuruyor
gibi söylemek de hikmete uygun değildi ve yanlış bir üslûptu.
“Bugün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar / Bugün
eyyam-ı matemdir, bugün âb-ı Revan ağlar.” Evet, ağlarım ben Hazreti Hüseyin
için. Ne kadar ağladığımı Allah bilir. Ona buna, Şimirlere söverek değil ama
“Senin için canlar kurban.. keşke orada senin önünde olsaydım. Bir kısım kendini
bilmeyen densiz Emevîlerin sana karşı yaptıkları kötülüklere ve bir kısım
Kufelilerin, Perslerin vefasızlığına karşılık orada önünde olsaydım; Hazreti
Caferinki gibi kolumu kanadımı budasalardı, kollarıma inen darbelerden sonra
Mus’ab gibi “Alın bir başım kaldı” deyince kelleme de bir darbe indirselerdi,
fakat seni orada sıyanet etmeye muvaffak olsaydım” diyerek ona alâkamı gönlümle
ortaya koyarım.
Bazı kimselerin Hazreti Mesih, bazılarının da Hazreti Üzeyir
hakkında, -hâşâ- "Allah’ın oğlu" demeleri gibi, bir zümre, Hazreti
Ali’ye de, -hâşâ ve kellâ- "Allah girdi (hulûl etti)." demiştir. Bu
fikir kayması neticesinde “evvel, âhir, zâhir, bâtın” gibi Cenab-ı Hakk’ın
sıfatları olan bir kısım evsaf Hazreti Ali’ye mal edilmiştir. Bu mübalağa ve
haddi aşan beyanların sahipleri kendilerini dalalete attıkları gibi, aynı
zamanda tepkiyle de karşılanmışlar, neticede insanlar ifrat ve tefritler arası
gelgitler yaşamış; bu defa bazıları da kalkıp Hazreti Ali’yi “Ebu Talip’in
oğlu” diyerek anma yanlışlığına düşmüşlerdir. Oysa, Ebu Talip onun babası olsa
da, Hazreti Ali tahkir edilircesine sadece onunla anılmamalıdır; o damad-ı
Nebi, Haydar-ı Kerrar, Fatih-i Hayber’dir.
Hazreti Ali’nin kıymet-i harbiyesini ifadede kusur etmemek
lazım. Onun konumuna karşı hep saygıda bulunmak lazım. Fakat, diğer taraftan
–hâşâ ve kellâ- onu ulûhiyet tahtına oturttuğunuz, hatta bir yönüyle
Efendimiz’den de büyük gösterdiğiniz takdirde başkalarını tahrik etmiş
olursunuz. Sulh olmanın anlaşmanın, birbirine karşı saygı duymanın yolu
itidalden geçer. Aksi halde ifratlar tefrit, tefritler de ifrat doğurur.
Belki yirmi sene evvel bir teklifim olmuştu: Şahsî kanaatime
göre, bazı yerlerde caminin yanında bir tane de cemevi yapılmasında hiçbir
mahzur yoktur. Her iki kesimden insanlar bahçede bir araya gelse, beraber bir
kahve içseler... Zannediyorum, o atmosferi paylaşan insanlar, zihinlerine
kazınan “öteki” imajının hiç de doğru olmadığını görecek ve hiç farkına
varmadan birbirlerine karşı ısınacaklardır; bir süre sonra da el sıkışacak ve
birbirlerini anlamaya çalışacaklardır. Dolayısıyla, aralarındaki o sun’î
ayrılık duygusu zamanla silinecek ve herkesin konumuna saygı anlayışı onun
yerine geçecektir. İşte, mesele bu seviyede bir birliğe ve beraberliğe
ulaştırılınca, onun tesirleri tabana da intikal edecek ve bir uzlaşma havası
her yana hâkim olacaktır.
Soru: 2) Bütün mü’minlerin içini kanatan Kerbelâ mezâlimi gibi bazı elim hâdiseler sonraki kuşaklara aktarılırken nesilden nesile tevârüs edilegelen tarihi öfke ve kin ile adeta bir kimlik inşası da yapılıyor. Bu konudaki mülahazalarınızı lütfeder misiniz?
Bence kine ve nefrete bağlı bir kimlik inşasına girmemek, esas,
sevgiye bağlı bir kimlik inşa etmek lazımdır.
Geçmişte kavga sebebi olmuş meseleleri zihinlerde yeniden
hortlatarak iftirak ve ihtilaflara yol açmak insanlık değildir. Allah Rasûlü
(sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Hamza’nın şehadetine çok üzülmüş ve
ağlamıştır. Fakat, Şefkat Peygamberi, o elim hadiseye sebebiyet veren Hind’e ve
mızrağını saplayan Vahşi’ye karşı kin ve nefret beslememiştir.
Mekke Fethi gerçekleştirildikten sonra o güne kadar
İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhissalâtü vesselam) tarifi imkansız zulümler
yapan insanlar O’nun etrafında toplanır ve o Rahmet Güneşi’nin gözünün içine
bakarak, kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Oysa ki, o
anda bile içlerinden küçük bir grup, Müslümanların Mekke’ye girmesine karşı
koymuş, kan dökmüş ve son olarak bir kere daha şiddet ve intikam duygularını
körüklemişlerdir. İşte atmosferin olabildiğine gergin olduğu böyle bir anda
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen
Mekkeliler’e, “Şimdi size ne yapmamı bekliyorsunuz?” diye sorar. Esasen O’nun
nasıl soylu, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı
Mekkeliler, “Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin” şeklinde karşılık verirler.
O’nun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O’nun
hedefi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerini fethetmektir. İşte bu şefkat
ve muhabbet insanı, düşmanlarına karşı kararını şöyle açıklar: “Size, bir zaman
Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Daha önce yaptıklarınızdan dolayı
bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En
Merhametlisi’dir.’ Gidiniz, hepiniz hürsünüz.” Aslında bu yaklaşım, “İçinizde
herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes
karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip
üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslûbum da işte budur.” demek gibi bir
şeydir.
Abdullah ibn Zübeyr ibn Avvam, Haccac tarafından şehit
edilince, Esma validemiz Haccac’ın yakasına yapışarak “Sen onun dünyasını
mahvettin; fakat, o da senin âhiretini mahvetti.” der. Evet, Ehl-i Beyt’e
zulmedenler, Hazreti Hüseyin’in kanını dökenler âhiretini mahvetmiş
kimselerdir; dolayısıyla onlara sövüp lanet etmenin hiç manası yoktur; artık
olsa olsa onlara acınır. Evet, onlar cehennemde cayır cayır yanacak ve “acırım
senin haline” derken kastettiğimiz manada hallerine acınacak zavallılardır.
Koyun sürüsünü bir yerden başka bir yere naklederken
hayvanlarının donup ölmesi üzerine kendisi hayatta kalabilmek için sığınacak
bir yer arayan ve sonunda Korucuk Köyü’ne kendisini zor atan Alevî bir Azerî,
birkaç gün o köye misafir olur. Hocamızın akrabası bir hanımefendi bu misafire
her gün yemek ikram eder ama onun Kûfe tarafından geldiğini öğrenince her defasında
“Pis Kûfeliler siz Hazreti Hüseyin’i şehit ettiniz, Allah cezanızı versin!”
der. Günlerce adama bir yemek verilir ama adam adeta her yemekle zıkkım
yudumlar. Bir gün yine aynı kınama sözlerine muhatap olunca, adam artık
dayanamaz, “Ana” der, “Vallahi menim özü orada yoktu!”
Hâsılı; Ehl-i Beyt’in başına gelenlerin ızdırabını duyarken
günümüzde de bazı Yezidîlerin bulunduğunu varsaymak ve bir kısım insanları
Yezidî yerine koymak yeni kavgalara zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz.
Halbuki, Ehl-i Beyt’i sevmek Sünnîler için de dinin bir emri ve şubesidir;
Kerbelâ’nın hüznü ise müşterektir.