NEFS, AŞK VE iNSAN
GENÇLiK
0
Yorumlar
Düşünceliydi. Bu da neyin nesiydi? Nereden çıkmıştı şimdi
bu? İzin verirse, onun girmesiyle her şey alt üst olabilirdi. Hâlbuki onun
yapması gereken daha önemli işler vardı. Boşa harcayacak zamanı yoktu. Ne
yapacağını şaşırmıştı. Kalb'e sormak istedi, bu gelen de neyin nesi diye. Bir
de ne görsün, Kalb kendinden geçmiş. Kaptırmış kendisini yeni gelen 'düşmana'.
Kalb kendini kaptırmakla kalmamış; parçalamış, yıpratmış kendisini. Akıl
anladı, kalesinin bir burcunun yerle bir olduğunu. İşin ciddiyetini kavramıştı.
Acil çare bulmalıydı. Gelenin çok sakıncalı biri olduğunu Kalb'in hâline
bakınca daha iyi anlamıştı. Kalb'den âdeta eser kalmamıştı.
Akıl düşünceliydi. Bu meseleyi paylaşacağı, onu çıkmazdan
kurtaracak birini arıyordu. Birden 'gözler'i hatırladı. Hemen içine bir ümit
doldu. Çünkü gözler etrafı gözetleyen en iyi askerleriydi onun. Etrafta olan
bitenleri, yeni gelenin kim ve nasıl bir güce sahip olduğunu en iyi onlardan
öğrenebilirdi. Hiç zaman kaybetmeden onların yanına gitti. O kadar
heyecanlanmıştı ki, hemen konuya girdi:
- Biraz önce bir yabancının kalemize yaklaştığını gördüm.
Görünüşe göre o kadar da kuvvetli birisi değil. Ama Kalb'in yerle bir olduğunu
görünce dehşete kapıldım. Bu kadar zayıf olmasına rağmen Kalb burcumuzu
yıkmışlarsa, demek ki onda bizim anlayamadığımız bir güç var. Ben de işin
hakikatini sizden öğrenmeye geldim. Nedir bu? Neden bu kadar tesirli? Neden
böyle zamansız, habersiz, sinsice yaklaşıyor kalemize? Bundan nasıl
korunabiliriz?
Akıl yüksek sesle ve hızlıca konuşurken bir şey fark etti.
Gözlerden hiç ses çıkmıyordu. Sanki onu hiç dinlemiyorlardı. Akıl, sesini
yükseltti:
- Ne oluyor böyle? Bu ne saygısızlık? Yoksa beni dinlemiyor
musunuz?
- ...
Akıl, gözlere biraz daha yaklaştı. Bir de ne görsün. Gözler
ağlamaktan karşı tarafı artık göremez olmuş. Hattâ aklın geldiğini bile
görememişti. Akıl çok celâllendi. Yakalarından tutup ikisini de silkeledi.
'Sizi hainler. Bu ne gaflet böyle? Siz memleketi böyle mi koruyorsunuz? Düşman
gelip içerimize kadar girmiş; ama siz burada uyuşuk uyuşuk oturuyorsunuz.
Burnunuzun ucunu bile göremiyorsunuz.' diye bağırdı. Ama nafile. Onlarda hiç
ses yoktu. Sürekli ağlıyor, ağlıyor ve gözyaşlarıyla yerle bir olmuş Kalb
burcunu devamlı yıkıyorlardı (Ama tamir ettiklerini sanıyorlardı.) Akıl
çıldıracağından korktu. Gözlerin her birine birer tokat vurup hemencecik oradan
ayrıldı. Öfkesi daha da artmıştı. Düşmanın bilinmezliği ve acizliği içinde bu
kadar kuvveti onu daha da çıldırtıyor ve korkutuyordu. Artık gözlerden de bir
fayda gelmeyeceğini anlamıştı. Kimden yardım isteyeceğini kestiremez olmuştu.
Yoksa Padişah'a çıkıp durumu arz etse miydi? Ama ne deyecekti? Düşmanın nasıl
birisi olduğunu bile bilmiyordu? 'Efendim düşman öyle sinsi birisi ki
burçlarımızı nasıl yıktığını, içimize kadar girip, size nasıl yaklaştığını
bilmiyorum.' diyemezdi. En kısa zamanda ya düşmanı yenmeli, ya da yeterli bilgi
toplayıp Padişah'ın yanına öyle çıkmalıydı. Düşünürken bir çözüm bulmuştu. Hiç
zaman kaybetmeden işe koyulmalıydı. Memleketin en acımasız askeri olan
Gazap'tan düşmanı bulup yok etmesini isteyecekti. Akıl, Gazap'ı iyi tanırdı.
Çoğu zaman Akıl'ı bile dinlemeden harekete geçer düşmanla savaşırdı. Onu ancak
Padişah durdurabilirdi. Evet, şimdi Gazap'ın zamanıydı. Hızlıca onun yanına
koştu. Onun tehlikeli biri olduğunu da bildiği için ondan biraz uzak durup söze
başladı:
- Asker nasılsın? Ne zamandan beri birbirimizi tanıyoruz? Senin
ne kadar gözü pek olduğunu biliyorum. Şimdiye kadar kalemizi düşmana karşı en
iyi koruyan sensin. Hoşuma gitmese bile, birçok zaman benden izinsiz harekete
geçip savaşı başlattığın oldu. Ama sen de kabul ediyorsun ki, o savaşların
çoğundan biz zararlı çıktık. Çünkü daha gelenin kim olduğunu, maksadının ne
olduğunu anlamadan savaş açtın ve biz kaybettik. Bu sebepten de padişahtan azar
işittiğin de oldu; ama bu defa durum farklı, asker. Durum ciddi. Düşman kalb ve
göz burçlarımızı farklı yollarla saf dışı bıraktı. Ben bu yüzden onun nasıl
birisi olduğunu bile bilmediğimden savaş stratejisini ayarlayamıyorum. Senden o
eski günlerdeki gibi düşmanı tanımadan bile harekete geçmeni istiyorum. Sen
savaşırken ben de zaman kazanır ve savaş taktiklerimizi geliştiririm. Bu
savaşla ilgili bütün mesuliyet benimdir. Kaybedersek Padişah'a karşı ben
sorumluyum. Ne dersin?
Gazap her zamankinden farklı olarak suskundu. Gözlerini
sürekli bir noktaya dikiyor, belli ki kendini kontrol etmeye çalışıyordu.
- Efendim, sizin dediklerinizi anladım. Durumun ciddiyetinin
farkındayım. Ama en son savaştan sonra Padişah beni yanına çağırdı. Bana dedi
ki, oğlum, seni anlıyorum. Sen içindeki ateşi durduramıyorsun. Ama bu
memlekette herkesin bir gayesi ve görevi vardır. Asıl gayemiz ise birdir. O'na
ulaşmak. Senin bu memlekette durmanın sebebi, bu yolda engel çıkarmak değil,
engelleri ortadan kaldırmaktır. O'na giden yoldan bizi alıkoyan şeylerle
savaşmalısın. Ama bakıyorum ki, tam tersini yapıyorsun. Yakında önemli bir
misafirimiz gelecek. Korkarım ki, ona da düşmanca davranırsın. Artık kendini
toparla. Bundan sonra geri dönülmez, yanlışlar yapabilirsin. Aslında bunu neden
yaptığını da biliyorum. İçimizdeki hain Nefis, seni aldatıyor. Dostumuzu
düşman, düşmanı dost gösteriyor. Sen onun hilesinden sakın. Savaşırken Akıl'a
mutlaka danış. O, daha iyi karar verir.
- İyi işte. Padişah'ımız da beni dinlemeni söylemiş.
- Hayır efendim. Sizin dediğinizi yapamam. Çünkü sizin
vazifeniz karar vermek, seçmek, stratejiler hazırlamak. Bakıyorum ki, bunun
hiçbirisini yapacak konumda değilsiniz şu ân. Onun için beni affedin.
Akıl Gazap'ın bu kadar soğukkanlı olmasına doğrusu
şaşırmıştı. Ama yardım etmediği için de içten içe kızgındı. Oradan ağır
adımlarla uzaklaşmak istedi. Ama aklına takılan soruyu sormak için geri döndü.
- Padişah'ımız Nefis'in hain olduğunu bildiği hâlde neden
onu idam etmiyor?
- Efendim, ben sadece savaşmasını bilirim. Sorumu cevaplasa
bile anlayamayacağım için hiç sormadım.
Akıl artık ne yapacağını şaşırmıştı. Cevaplayamadığı
sorular gittikçe artıyordu. Cevaplayamadığı soru olunca işte onun çıldırdığı
noktaydı. Böyle olunca hep yaptığı bir şey var idi. İhtiyar bir dost olan
Hikmet'in yanına gidip onunla konuşmak. Hikmet, Akıl'a çözemeyeceği noktalarda
yardımcı olur ve memleketin daha iyi idare edilmesine önemli bir katkıda
bulunurdu. Ama onun bir özelliği vardı ki, sır vermezdi. Problemlere,
hâdiselere çözümler sunar; ama çözümleri kapalı şekilde Akıl'a söylerdi.
Hikmet, sanki bu memlekete O'nun bir lütfüydü. Akıl, düşünceleri etrafından
dağıtıp aceleyle Hikmet'in yanına koştu. Hikmet odasında oturup Tefekkür denen
arkadaşıyla konuşuyor ve kendisini daha da zenginleştirmeye çalışıyordu. Akıl,
onları bir arada görünce çok sevindi. Ve hemen ikisinin de ellerinden öptü.
- Efendim,
- Haberimiz var, oğlum. Anlatmana gerek yok.
Akıl, Hikmet'in hâdiseyi biliyor olmasına sevindi. Meseleyi
biliyorsa, çözümünü de çoktan bulmuştur belki de. Hiç zaman kaybetmeden sordu:
- Efendim peki tavsiyeniz nedir? Meçhul birisiyle nasıl
savaşabiliriz? Ne kadar güçlü birisi? Hikmet, biraz daha suskunluğuna devam
etti. Ama Akıl'daki fırtınaları gördüğünden konuşmaya başladı.
- Bak evlâdım, sen bu memleketin düşünce, strateji üretip
memleketin zararlı şeylerden kaçınıp yararlı şeyleri almasına vesile olan
birisin. Bunu yaparken elbette hâdiselerin perde arkasını düşünüyor, vereceğin
kararın bizi ne kadar kârlı çıkaracağını hesaba katıyorsun. Ama bazen neyin
hayırlı neyin de şer olduğunu bilemeyebilirsin. Tıpkı bu hâdiselerdeki gibi.
Her şeyi anlamamız, bilmemiz bize zararlı olabiliyor. Çünkü bazı işlerin
neticeye varmasından sonra, o işin hayırlı olduğunu anlayabiliyoruz. Sebep
netice münasebeti her zamankinden farklı olabilir. Şer gibi görünen şeyden
hayır, hayır gibi görünen şeyden şer doğabilir. Şimdi sen, karar verirken şer
gibi görünen şeyden tabiî olarak, mesuliyetin gereği kaçman lâzım veya
memleketi bu şeyden haberdar etmen için harekete geçmen lâzım. İşte bu neticesi
hayra varacak -şer görünümlü hayrı- senin engellememen için bazı şeyleri
bilmemen lâzım.
- Efendim; ama benim kabiliyetimin farkındasınız. Ben
hâdiselerin perde arkasını da sezebiliyorum.
- Hepimiz sınırlıyız. Bunu en iyi senin bilmen lâzım. Ben
kardeşim Tefekkür'le her gün muhabbet edip kendimi geliştiriyorum. Sen de yaşadığın
tecrübeler, zorluklarla gelişiyorsun.
- Efendim, sizin şimdi bu gelenle ilgili bir bilginiz yok
mu?
- Var, ama sınırlı. Büyük yerden geldiğini biliyorum. Ve
Padişah'ın misafiri olduğunu biliyorum, o kadar. Akıl neye uğradığını
şaşırmıştı. Nasıl olurdu da kaleye bu kadar zarar veren birisinden Padişah'ın
haberi olurdu. Hikmet'i tanımasaydı onun deli olacağını düşünürdü. Deli
değildi; ama şaka yapabilirdi.
- Efendim şaka mı yapıyorsunuz?
- Cahillerden olmaktan O'na sığınırım.
Akıl hâdiseyi tam anlayamasa da Hikmet'e inanmıştı. Belli ki
işin içinde bir iş vardı. Hikmet'in dediği gibi hiçbir şey göründüğü gibi
değildi. Ama Padişah'ın neden ona haber vermediğini bir türlü anlayamamıştı.
Yoksa güvenmemiş miydi? Durum belki de Hikmet'in dediği gibiydi. Ama meseleyi
daha da iyi anlamak için galiba bir yolunu bulmuştu. Şehvet'le konuşacaktı.
Şehvet, kalenin kapıcılarından biriydi. Günlük ihtiyaçların kaleye alınmasında
o vazifeliydi. Ama o da en azından Gazap kadar tehlikeliydi. Birçok defa Aklı
kandırarak kaleye lüzumsuz, hattâ zararlı şeyler almıştı. Akıl işi anlayınca
artık geç kalmıştı. Bu sebepten de Padişah'tan azar işitmişti. Ama nedense ne
Gazap'ı, ne de Şehvet'i Padişah azletmiyordu. Bunun sebebini akıl bir türlü
anlayamıyordu. Hattâ kalede Vezirlik makamını tutan Nefs'in hain olduğunu
anlamasına rağmen neden Padişah onu idam etmemişti, bunu bir türlü
anlayamıyordu. Galiba şimdiye kadar kendine çok güvenmişti. Padişah da bunu pek
önemsememiş, yapılması gerekenleri bizzat kendisi yapmıştı. Akıl, bu
düşüncelerle kalenin kapısına doğru yaklaştı. Kapıyı aralayıp dışarı baktı.
Dışarıda Şehvet'in köpeğinden başka kimse yoktu. Akıl, köpeğin hareketlerinden
Şehvet'in içeride olduğunu ve birisini Padişah'a götürdüğünü anladı. Akıl, artık
ne yapacağını, neye uğradığını bilmiyordu. Padişah bu kadar kötü, âsi birisine
nasıl güvenirdi? Misafir bu kadar önemliyse onun karşılanması gerekmez miydi?
Kötü şeyler düşünmeye başladı. Yoksa Padişah, ona güvenmiyor muydu? Yani
Şehvet, ondan daha mı önemliydi Padişah'ın yanında? Ama Hikmet'in dediklerini
hatırlayınca biraz sakinleşti. Belli ki onu aşan şeyler vardı. Bunu en kısa
zaman da öğrenmeliydi. Çünkü soruları gittikçe artıyor ve arttıkça
çıldıracağından korkuyordu. En iyisi Padişah'a gitmekti. Bütün soruların
cevapları galiba ondaydı. Tabii ki Padişah'ı da aşan şeyler eğer yoksa...
İçinde endişe ve sorularla Padişah'ın köşküne girdi.
Meselenin iç yüzünü öğrenecekti. Müsaade isteyip huzura girdi. Ama Padişah'ın
yanında bir misafiri görünce şaşırdı. Acaba kaleye bu kadar zarar vererek içeri
giren meçhul adam bu muydu? Görünüşe göre bunları yapacak bir kuvvete sahip
biri değildi. Zayıf ve sakin birisine benziyordu. Ama bir sinsilik vardı onda.
Bakışlarıyla aklı hiç bilmediği yerlere çekip götürebilecek kuvvete sahipti
sanki. Akıl içeride misafir olduğu için bir şey demeden bekledi. Padişah
misafirle çok yakından ilgileniyordu. Hiç kimseye yapmadığını yapmış, misafirle
diz dize vererek oturmuştu. Padişah, Aklı görünce 'Hoş geldin!' dedi. Akıl bir
şey demeden sakince baş eğdi. İçeride ondan başka kalenin diğer önde gelenleri
de vardı. Nefis, Şehvet, Gazap ve diğerleri orada hazırdılar. Belli ki onları,
Padişah çağırtmıştı. Padişah her zamanki gibi yüzü tebessümlü, bakışı ibret
doluydu. Yüzünü misafire tutarak Akıl'a dedi:
- Bu bizim misafirimiz. Adı Aşk. Biz O'na ulaşana kadar bize
kılavuzluk edecek. İnşallah uzun yolumuzu kısaltmaya, zorlu yılları
kolaylaştırmaya vesile olacak. Bundan böyle hepimiz onun emrinde olacağız ve
sen de onunla bir yerde çalışacaksın. Şimdiye kadar düşe kalka yol almaya
çalıştık. Ama bundan sonra hiç kimsenin görevini ihmal etmesini veya
aksatmasını istemiyorum. Senin görevin, Aşk bizi O'na ulaştırırken, Kutlu
Elçi'nin yolundan uzaklaşmamamızı sağlamaktır. Çünkü Kutlu Nebi'nin izini takip
edersek, işimiz daha kolay olur ve kazanma kuşağında kaybedenlerden olmayız.
Aşk'a onun izinden gitmesine yardımcı olacaksın, rasyonel düşüncelerinle Aşk'ın
hata ve sarhoşluklarından bizleri koruyacaksın.
Padişah konuştukça etraftakiler onu dikkatlice dinliyor ve
önemli bir değişme olacağını anlıyorlardı. Hattâ kendilerinde de değişiklikler
olduğunu hissediyorlardı. Padişah diğerlerine dönerek:
- Sizler de bundan sonra hayatınızda değişiklikler yapmak
zorundasınız. Ey Şehvet! Aşkın bize gelişinde sen kuryelik yaptığın için
öncelikle sana teşekkür ediyorum. Ama bundan sonra, bazen içine düştüğün
yasaklara karşı dikkatli olman ve meşru dairedeki lezzetlerle yetinmen lâzım.
Bu konuda sana Aşk'ın önemli yardımı dokunacaktır. Sen, artık alacağın lezzetin
çok daha fazlasını O'na olan vuslat arzusuyla alacak ve direnmen gereken
yerlerde, Aşk sana vuslatı hatırlatarak yardımcı olacak. Ey Gazap! Bundan
sonra, sen artık sövene dilsiz, dövene elsiz olacaksın. Ne var ki sadece O'na
karşı olan saygısızlıkta eskisinden daha çok kendini hissettireceksin.
Sabretmen gereken yerlerde Aşk sana yardım edecek ve sen O'ndan ötürü gerekirse
sabretmen için dilini ısırarak koparacak, ama O'nun için sabredeceksin.
Ayrıntılarını sana Aşk anlatır. Ey Nefis! Senin ne olduğunu artık
memleketimizde bilmeyen yok. Senin hain ve aşağılık duyguları sinesinde
barındıran aceleci ve kör bir vezir olduğunu biliyoruz. Ama seni idam edemem.
Çünkü bu yolda seninle birlikte devam etmem istendi. Sen olmazsan bizim de bu
dünyada olmamızın bir mânâsı kalmıyor. Sen de artık bundan sonra Aşk'ın emri
altındasın. Hainliği bırakıp, mertçe çalışacaksın, önündeki küçük lezzetler
için değil, ebedî saadet için gayret göstereceksin.
Padişah yeni dönemde kimlerin nasıl çalışacağını anlatırken
kaledekiler Aşk'ın gelişiyle çoktan değişmiştiler. Padişah'ın her dediğine
'başımız gözümüz üstüne' diyor ve duyduklarını hemen hayata geçiriyorlardı.
Aşk'ın gelişiyle beden kalesinde Padişah (Ruh), artık daha rahat nefes alıyor
ve raiyetiyle birlikte terakki ederek âhiret yurduna ehil hâle geliyordu.