MESCiD VE FONKSiYONLARI
İBADET
0
Yorumlar
Soru: Asr-ı Saadet’te mescidin fonksiyonları nelerdi? Günümüz şartlarında camilerimizin hem mimari hem de içtimaî hayattaki yeri zaviyesinden Asr-ı Saadet’teki ruhla yeniden şekillendirilmesi hangi hususlara bağlıdır?
Bu mübarek mekânlar için, biz, “bir araya getiren, cem eden”
mânâsındaki “câmi” ifadesini kullandığımız gibi, “secde edilen yer, secdegâh”
mânâsındaki “mescid” kelimesini de kullanırız. Mescide, rükû edilen yer
mânâsında “merka” veya ayakta durulan yer mânâsında “makam” denilmemiştir.
Çünkü bu iki husus, her ne kadar namazın çok önemli iki rüknü olsa da,
bunlardan hiçbiri insanın Allah’a o en yakın hâlini ifade eden secde hâliyle
mukayese edilemez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bu
yakınlığı ifade etme adına
أَقْرَبُ مَا
يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ
سَاجِدٌلّٰهِ
“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an
secde hâlidir.” (Müslim, Salât 215; Ebû Davud, Salât) buyurur. Zira secdede,
Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyma
gibi iki mü-lâhaza bir araya gelir; gelir ve bu iki mülâhaza bir araya gelip
örtüşünce Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve
hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan
daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. Bir
yerde secdenin bu hâli şu sözlerle ifade edilmişti:
“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı
seccade,
İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!”
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, mescit, kendi
gurbetlerinden sıyrılıp Allah’a yakınlık peşinde koşanların ve bu kurbeti, iksir
gibi bilenlerin sık sık koşup boşaldıkları, deşarj oldukları, belki diğer bir
mânâda şarj oldukları mübarek mekânın adıdır.
Caminin kuşatıcı ikliminde hall u fasl edilen meseleler
Başta ifade edildiği gibi, “cem eden, toplayan” sözlük
mânâsından hareketle cami kelimesini “insan-ların bir araya gelip toplandığı
mekân” mânâsında kullanıyoruz. Fakat insanların bir araya gelip toplan-masını
sadece cemaatle namaz eda etme şeklinde anlamak meseleyi daraltma olur. Caminin
bu cem etme özelliğini daha geniş çerçevede ele almalıyız. Tabiî, onun bu
özellik ve fonksiyonlarını en güzel şekilde anlayabilmek için de öncelikle
devr-i risalet-penahiye bakmamız gerekir. İşte bu açıdan o altın çağa
baktığımızda, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) mesajını sunma,
bazı meseleleri istişare etme, aldığı kararları infaz etme, bir problem
karşısında alternatif çözümler üretme gibi değişik maksatlarla sahabe-i kiramı
mescitte topladığını görüyoruz. Dolayısıyla caminin, namaz için insanları cem
eden bir yer olmasının yanı başında, aynı zamanda Müslümanlığa ait pek çok
meselenin halledildiği bir mekân olduğu anlaşılmaktadır. Evet, o kutlu mekân,
yerine göre bir mektep, yerine göre bir medrese, yerine göre bir tekye, yerine
göre de bir ibadethane vazifesi görür. Ayrıca cami, insanların bir araya
ge-lerek itikâf yaptıkları, nefsaniyet ve cismaniyetten tecerrüt ettikleri, Hz.
Pîr’in enfes ifadesiyle hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bıraktıkları, kalb ve
ruhun derece-i hayatına yükselip seyahatlerini o yörüngede sürdürdükleri
mübarek mekânın adıdır. Bu yönüyle o, sadece erkeklere mahsus bir mekân da
değildir. Usûl ve şartlarına riayet edildiği, genel hava bozulmadığı sürece
camiler, kadınlar için de bir araya gelip ibadet edecekleri kutlu mekânlardır.
Çünkü Asr-ı Saadet’te mescit, erkeğe açık olduğu gibi kadına da açıktı.
Söylenilen bu hususları biraz daha açacak olursak; Mescid-i
Nebevî’de halka-i zikirler teşekkül eder, değişik ad ve unvanlarla Zat-ı
Vacibü’l-Vücud anılırdı. Aynı zamanda orada sohbet halkaları oluşur ve Hazreti
Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) o mübarek mekanda
sohbet ederlerdi. Dışarıdan yeni gelen bir şahıs da hemen o halkaya dâhil
olurdu. Allah Resûlü de, herkesin kendisini rahatlıkla görebileceği bir yerde
dururdu. Zaten O’nu görme bile başlı başına ruhlarda inşirah hâsıl etmeye
yetiyordu. Çünkü O’nu görmede insibağ vardır. Evet, İnsanlığın İftihar
Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) öyle bir ciddiyeti, Allah karşısında öyle
bir duruşu vardı ki, garazsız bir insan O’nu görür görmez hemen çok rahatlıkla
dize gelir ve “Sen Allah’ın Resûlü’sün” derdi. Bunun farkında olan sahabe
efendilerimiz de, O’nu temaşaya, gözlerinin mimiklerine varıncaya kadar O’nu
yakından takibe can atarlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve
sellem) kendisine teveccüh etmiş o insanlara, gönlünün o apak ilhamlarını
boşaltırdı. Allah Resûlü, sohbete o kadar önem veriyordu ki, bir gün bir sahabi
efendimizin şartları zorlayarak o halkanın içine girmeye çalışmasını takdir
etmiş; halkanın arkasında oturmanın dûnhimmetlik olduğunu ifade buyurmuş;
halkada yer bulamadığından dolayı ayrılıp giden birisi için ise
فَأعْرَضَ فَأعْرَضَ
اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ
“O geri döndü, Allah da ondan yüz
çevirdi.” ikazında bulunmuştu. (Buhari, İlm 8; Müslim, Selam 26)
Mescid-i Nebevî’de kabul edilen yabancı heyetler
Bütün bunların yanında Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve
selâmuh) mescitte elçileri kabul buyu-ruyordu. O’nu görmek, dinlemek, doğru
okumak ve O’nun ahval-i şahsiye-i âliyesini temaşa etmek üzere dört bir
taraftan heyetler geliyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi
harem bölgesi ilan etmiş olmasına rağmen, orada yabancı elçi ve heyetleri de
kabul ediyordu. En sahih hadis kaynaklarında geçtiği üzere Efendimiz (aleyhi
ekmelüttehâyâ) Necran Hıristiyanlarını Mescid-i Nebevî’de kabul etmiş ve onlar
orada günlerce kalmıştı. Evet, Necran Hıristiyanları Mescid-i Nebevî’de yiyip
içmişler, orada yatıp kalkmış, aynı zamanda orada kendi ibadetlerini
yapmışlardı. Böylece o Zat’ın (aleyhissalâtü vesselâm), gece ve gündüzünü okuma
ve O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha iyi tanıma imkânını bulmuşlardı. Her
ne kadar onlar, önyargı ve sabit mülâhazalarından tamamen sıyrılamasalar da,
Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm bu imkânı çok iyi değerlendirmiş, onların
gönüllerine girmesini bilmiş ve İslâm’a karşı belli ölçüde kalblerinin
yumuşamasını temin etmişti. Zira netice itibarıyla görüyoruz ki, Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) onları ibtihala çağırdığında, yani “kimin hak
kimin batıl üzere olduğunu anlamak için çoluk çocuğumuzu getirip ‘yalancı isek
Allah’ın laneti üzerimize olsun’ diye yemin edelim” teklifinde bulunduğunda,
böyle bir şeye teşebbüs edememiş, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem)
karşı çıkmama sözü vererek oradan ayrılmayı tercih etmişlerdi. Daha sonra ise
onlar, Hz. Pîr’in bir yerdeki ifadesiyle, İslâm’ın havz-ı kebiri içinde eriyip
gitmişlerdir.
Görüldüğü üzere mescit, devr-i risalet-penahide çok engin
bir vazife görüyordu. Orada Kur’ân ve Sünnet talim ediliyor, içtihat ve
istinbatlar yapılarak fıkıh mülâhazasının temelleri atılıyor ve gelecekte
inkişaf edecek İslâm düşüncesi mayalanıyordu. Damla orada derya oluyor, zerre
de güneşe dönüşüyordu. Maalesef biz zamanla o camilerin kapılarını kapadık ve
sadece beş vakit namazda açtık.
Kadın-erkek herkese açık mimarî anlayış
Ben şahsen ecdadımızın yaptığı her şeyi takdir ve tebcille
karşılarım. Onlar çağlar boyu İslâm ve Müslümanlar için çok güzel hizmetler
yapmışlardır. Fakat camileri, çoluk çocuk, kadın erkek herkesin rahatlıkla
içine girip her türlü ibadetlerini yapabilecekleri bir mimarî felsefeye tâbi
tutmamalarını bir eksiklik olarak görüyorum. Neden bizim camilerimizde, sırf
kadınlar için, erkeklerin müşâhedesi altında ezilmeden, harama girme durumuna
düşmeden, rahat hareket edebilecekleri, kendi mahremiyetlerine muvafık bir
kısım ihtiyaç yerleri düşünülmemiştir? Neden o camilerin bir kenarında
mahremiyetle muhat, kadınların da itikâf yapabilecekleri, hususi bir kısım
itikâfhaneler inşa edilmemiştir? Evet, bu ve benzeri imkânlardan kadınlar niçin
mahrum bırakılmıştır? Devr-i risalet-penahide kadınlar erkeklerin arkasında
namaza duruyorlardı. Zannediyorum, hiçbirimiz dini yaşama mevzuunda o
nezihlerden nezih Asr-ı Saadet insanlarından daha hassas ve daha titiz
olduğumuz iddiasında değiliz. Çünkü levsiyat akan sokak ve çarşılarımız ve buralarda
kirlenen, kararan kalb ve ruh dünyamız bizim nasıl bir hâlde olduğumuzu
göstermeye yeter.
Evet, kadınlara yönelik ihtiyaçların bütün yönleriyle ele
alınmamasını, caminin tamamiyeti adına bir eksiklik ve gedik olarak görüyorum.
Bu sebeple, camilerimizin kendine has o büyüleyen
güzellikleri, yabancılar da dâhil, herkesin tema-şasına açık hâle
getirilmelidir. Evet, herkes, o kutlu mekânların maddî-mânevî baş döndüren
güzellikle-rini, estetik yönünü, mimarî fevkaladeliğini temaşa edebilmelidir.
Bu maksadın tahakkuku için de cami-lerimizin hangi mimarî felsefenin tesirinde
kalınarak inşa edildiğinin, kubbelerin, mukarnasların, nakış ve çizgilerin
hangi mânâya geldiğinin düşünülüp müzakere edilebileceği zemin ve ortam
oluşturulmalıdır.
Mescide gidiş ve orada bulunma adabı
Esasında A’râf sûresindeki bir âyet-i kerimede cami ve
mescitlerin kapısının herkese açık tutulması gerektiğine işaret edilmektedir.
Söz konusu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
يَا بَنِي
اٰدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ
كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُۤوا إِنَّهُ
لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Ey Âdem’in evladı! Her namaz
vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat
israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’râf Sûresi, 7/31)
Dikkat edildiğinde görüleceği üzere burada muhataplara يَا بَنِي
اٰدَمَ “Ey insanoğulları”
diye seslenilmekte; “Ey Müslümanlar”, “Ey Mü’minler” veya “Ey namaz kılanlar”
gibi bir hitap ifadesi kullanılmamaktadır. Böyle bir üslubun tercih edilmesi,
yani Hz. Âdem’e izafe etmek suretiyle hitapta bulunulması, Müslüman olmayan
insanlara da camilerin kapılarını açmamız gerektiğine bir işaret olarak
anlaşılabilir. Böylece dine, dindara, cami ve mescidlere karşı belli bir
önyargı içinde bulunan kimi insanlar, mescide geldiklerinde, o mescidin
im-rendiriciliği karşısında zamanla önyargılardan sıyrılabilir, o güzel mekânı
sevip onun o sıcak ve kucak-layıcı ikliminde eriyebilirler.
Âyetin devamında mahall-i içtima olan mescitlerimize
giderken kılık kıyafetimize dikkat etmemiz isteniyor. Günümüz anlayışı içinde
de insanlar bir toplantıya gidecekleri zaman günlük iş güç elbiseleriyle oraya
gitmiyor, hususî hazırlık yapıp öyle gidiyorlar. Bilhassa cuma namazıyla ilgili
varid olan hadislere baktığımızda meselenin daha titiz ele alındığını görürüz.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) cuma namazına gidecek Müslümanlara,
gusül abdesti almalarını, misvak kullanmalarını, güzel koku sürünmelerini, cuma
için ayrı bir elbise edinmelerini tavsiye buyurmuştur. (Bkz. Buhari, Cuma 2;
Ebu Davud, Salât 219)
Başka bir hadis zaviyesinden meseleye bakacak olursak, Mudar
kabilesinden bazı insanlar Mescid-i Nebevî’ye gelmişlerdi. Bunlar
imkânsızlıktan dolayı yünden elbiseler giymişlerdi. Fakat sıcak olunca
terlemişlerdi ve bunun sonucunda yün kokusu mescidin içine yayılmaya
başlamıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) gözleri
dolmuş ve onları o türlü urbalardan kurtarmak ve daha rahat elbise giymelerini
temin etmek için sahabe-i kirama himmet teklifinde bulunmuştu.
Evet, mescitler birer toplantı yeri olması itibarıyla oraya
başkalarını tiksindirecek bir keyfiyette git-mekten uzak durulmalıdır.
Mü’minlere düşen, ter, ağız kokusu gibi rahatsız edici bir kısım olumsuzluklar
olsa da onlara katlanmak olmalıdır. Fakat diğer taraftan insanları öyle bir
katlanma mecburiyetinde bırakmamak gerekir. Bu mevzuda ne kadar hassas
olunmalıdır? Bağışlayın, meselâ kronik bir boğaz faranjiti veya reflüsü
olduğundan dolayı başkalarını rahatsız edici bir koku söz konusu ise, vakit
geçir-meksizin tedavi yollarına başvurup o hâlin çaresine bakılmalıdır. Hiç
kimsenin yanındaki bir mü’mini rahatsız etmeye hakkı yoktur. Bu tür rahatsız
edici hususlar Kur’ân’a, ibadet ü taate kendini salmış bir insanın dikkat ve
konsantrasyonunu dağıtabilir.
Bu açıdan mescide giden bir insan en temiz, en güzel
elbiselerini giyerek, imkânı varsa güzel kokular sürünerek, imrenilir bir hâl
ve vaziyette oraya gitmeye çalışmalıdır. Böyle bir davranış aynı zamanda
mü’minlere karşı saygılı olmanın ifadesidir. Diğer yandan insanın, Allah’a en
yakın olduğu secdegâha, orayı hafife alıyormuşçasına çirkin kokularla, kirli
bir hâlde girmesi uygun değildir. Siz bir büyüğün karşısına çıkarken bile
kendinize çekidüzen verirsiniz. Namaz ise Allah’ın huzuruna çıkmaktır. O,
had-dizatında bir miraçtır. Şimdi böyle bir yolculuğa çıkan kimsenin Allah’a
karşı saygının gereği olarak azami derecede temkin ve tedbirli olması gerekmez
mi?
Âyetin devamında ayrı bir hususa daha dikkat çekme adına
şöyle buyruluyor:
وَكُلُوا وَاشْرَبُوا
وَلَا تُسْرِفُۤوا
Yani; ey insanlar! Mescide gittiğiniz zaman temiz ve güzel
elbiselerinizi giyin, en güzel heyet ve surette bulunun. Ne var ki, ne giymede,
ne yemede, ne de içmede israfa gitmeyin ve hadd-i itidali koruyun. Zira Allah,
diğer yerlerde olduğu gibi burada da israf edenleri sevmez. Meselâ “Ben her gün
yeni bir cübbe giyeceğim.”, “Mescide gitmek için her gün elbisemi
ütüleyeceğim.” gibi düşünceler bu mevzuda israf sayılabilir. İşte âyet-i
kerime, yeme içme hususunu da hatırlatarak câmi bir emirle bize her yerde ve
her işte hadd-i vasatı takip etmeyi, hiçbir zaman itidali elden bırakmamayı ve
her zaman sırat-ı müstakîm üzere olmayı tavsiye buyurmaktadır.