SORUMLULUKLARIYLA iNSAN
GENEL
0
Yorumlar
Eğer insanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesi, bütün
yaratılanlar arasında Hakk’ın gözdesi, topyekün varlığın özü, usâresi ve Yüce
Yaratıcı’nın en parlak aynası ise –ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur– onu
bu âleme gönderen Zât, kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın
bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her
şeyi yerli yerinde kullanarak kendisinin ilim, irade, kudret.. gibi sıfatlarına
şuurlu bir temsilcisi olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini verecektir ki, o,
varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı
herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler
yaşamasın, hâdiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mâhiyetine
dercedilmiş bulunan istidatları inkişâf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar
uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik mânialara
takılmasın.
İnsanoğlunun, bugünkü başarılarıyla ve eserleriyle farklı
bir donanım ve imkânlarla dünyaya gönderildiği açıktır. Evet onun, kendisinden
kaynaklanan onca münasebetsizliğe rağmen, bugün ulaştığı nokta ve elde ettiği
muvaffakiyetlere bakılacak olursa, herhangi bir engele takılmadığı, yaptığı
bazı işlerde yanlışlıklara girse de pek çok başarıya imza attığı, iradesinin
hakkını yerine getirip varlığı yeniden şekillendirmeye gittiği, dünyayı imar
ederek farklı bir konuma getirdiği, bilerek veya bilmeyerek, Cenâb-ı Hakk’ın,
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım...” tebşiriyle anlattığı ve yeni bir
vazifeliler kadrosuna işaret buyurduğu semavî ihbarına tam bir ayna olduğu
ortadadır.
Gerçi o bazen, meleklerin keşif ve müşahede yoluyla ileri
sürdükleri fesat endişesini doğru çıkardığı da olmuştur; ama, böyle kısmî
şerlere karşı, onunla gerçekleşen geniş, kalıcı ve cennet neticeli hayırların
sayısı da az değildir. Evet, onun dünyasında nisbî fenalıklara karşı her zaman
izafî hayırlar da devam edegelmiştir. İnsanlığın ayları, güneşleri sayılan
salih kullar, evliyâ, asfiyâ ve enbiyâ ile, bir kısım kötülüklere, fenalıklara
mukabil; hayırlar, güzellikler de her tarafa yayılmış, her yanda yaşanmış ve
Allah’ın insana emanet ettiği hilâfet mührünün hakkı, hususiyle de yaratılış
gayesinin şuurunda olanlarca kat katıyla edâ edilmiştir. Yaratılış esprisini
kavramış bir mü’min, farklı yaratılışıyla mütenâsip farklı düşünce, farklı
inanış ve farklı davranış sorumluluğuyla –ki beklenen de odur– bu âleme
gönderildiğini anlar ve tavırlarını ona göre ayarlar. Böyle davranması
gerektiği insanın zahirî ve batınî donanımından anlaşıldığı gibi, Kur’ân’da
onun gerçek kıymetiyle tavırları, davranışları arasındaki münasebetin sık sık
vurgulanmasından da anlaşılmaktadır. Yüce Yaratıcı Kur’ân’da: “Ben cinleri ve
insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.”
diyerek, insan olarak yaratılışın, hilâfete mazhariyetin, farklı donanımın en
önemli gâyesini vurgulamaktadır. Böyle bir ilk hatırlatma, hem önceki nimetlere
karşı bir umumî sorumluluk ve teşekkür çağrısı hem de hilâfet vazifesinin temel
yörüngesini nazara verme adına önemli bir tembihtir.
En şümullü ifadesiyle kulluk da diyebileceğimiz ubudiyet,
varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde
bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol
almanın, sözün özü, otağını tekvinî esaslarla teşriî emirlerin birleşik
noktasında kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki
dengesini korumanın semavî unvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan,
insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi
de mümkün değildir.
İnsan, yaratılış gâyesine uygun hareket ettiği ölçüde varlık
ve hâdiselerle olan münasebetlerini korumada da başarılı sayılır. Aksine,
yaratılış gâyesine uygun davranmayan ya da kısmen dahi olsa sorumluluklarını
aksatan, kendi hedefsizliği ve başıboşluğu yanında, kâinatın dönen dolapları,
işleyen çarkları karşısında sürekli müsâdemeler yaşar ve bir mânâda kendi evi,
kendi sarayı sayılan bu dünyayı içinde yaşanılmayan bir cehenneme çevirebilir.
Daha bugünden bazıları, çok yakın bir gelecekte dünyanın, böyle bir cehenneme
çevrileceği endişesiyle tir tir titriyorlar..
Şurası da bir gerçek ki, âdi sebepler plânında varlığın tâbi
olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu,
ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun
istifadesine sunan Zât bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar
çerçevesinde teşriî emirlere uyum, tekvinî esasların esrarına vâkıf olmanın ve
onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede,
bütün varlığın bağlı olduğu kanunlarla müsâdemeden ve boşluklar yaşamadan
kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine,
insanın Yaratıcı’sından kopması, O’ndan uzaklaşması onu üst üste
kopma-uzaklaşma, varlık ve hâdiselerle müsâdemede bulunma fâsit dairesi (kısır
döngü) içine çekecektir ki, böyle birinin iflâh olması mümkün değildir.
İnsanın, Yaratıcı’ya halife olma aktivitesi, O’na inanıp
ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata
müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan eder. Hakikî bir
insan bütün bir ömür boyu evvelâ, imanıyla duygu ve düşüncelerini plânlar,
değişik ibadet çeşitleriyle ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokar, genel
muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeler ve arzın
derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde nev’inin bayrağını
dalgalandırarak gerçek bir halife olmanın gereklerini yerine getirip iradesinin
hakkını edâ etmeye çalışır; çalışır ve yeryüzünü imar eder, varlıkla insanoğlu
arasındaki âhengi korur, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak,
Yaradan’ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini daha bir
insanî seviyeye getirmeye gayret eder.
İşte, özünde Allah’a kulluk mânâsını da ihtiva eden gerçek
hilâfet budur.! Ve bu aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın
birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin
adı da ibadettir. Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli
hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o şümullü bir kulluk ve
kapsamlı bir sorumluluğun unvanıdır.. ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah
münasebetinin en açık, en net ifadesidir. Eğer ibadet insanoğlunun bütün
esaretlerden sıyrılarak Allah’a bağlanma şuurunu kalbe yerleştirmesi, varlığın
her parçasında O’na ait güzellikleri, O’na ait nizamları, O’na ait âhenkleri
görüp, duyup hissetmenin adı ve unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yoktur– o
herkesle ve her şeyle beraber Hakk’a müteveccih olmanın, her şeyi O’na
bağlamanın; bağlayıp her an O’nunla nazarî-amelî irtibatlarını yenilemenin en
sıhhatli ve en kestirme yoludur. Şuurla böyle bir yolda yürüyen hiç kimse,
kendisinin bir memur, vazifesinin de hilâfet gibi bir pâye ile
şereflendirilmenin hakkını edâ etmekten ibaret olduğunda tereddüt etmez; etmez
ve şu muvakkat dünya hayatını dolu dolu yaşayıp yaşatmaya; köşe-bucak uğradığı
her yere, gayret ve samimiyet mürekkebiyle nâmını yazmaya; elinin ve ününün
ulaştığı her noktaya duygularını soluklamaya; zamanın, mekânın her parçasını
ona bağladığı düşüncelerini nakşetmek suretiyle bütün dünyaları doldurabilecek
bir derinliğe ulaşmaya ve sonsuzu peylemeye yetebilecek bir niyet enginliğiyle
yaşamaya çalışacak ve böylece, ebediyetlere namzet olmanın huzuruyla kevn ü
mekânları aşan, cennetlere ulaşan en derin ruhânî hazlar içinde dolaşacaktır.
Hele bir de bu insan, tekvinî esaslarda ve teşriî emirlerde,
vazife ve sorumluluğu öne çıkararak, yaptığı iş ve hizmetlerin sonuçlarına
bağlanmaktan daha çok, onların özünü ve ruhunu takip edebiliyorsa, ne
neticelerin umduğu gibi çıkmayışı onu inkisara uğratır ne de kulluk
iştiyakından ona bir şey kaybettirir; yaptığı her hizmeti derin bir ibadet
neşvesi içinde yerine getirir ve var olmanın en üst kademesi sayılan hakikî
mü’minler zirvesine ulaşmanın şükrüyle oturur-kalkar; oturur-kalkar ve asla
ye’se düşmez, paniğe kapılmaz ve yol mihnetiyle bıkkınlık yaşamaz.. ye’se
düşmek, paniğe kapılmak, bıkkınlık yaşamak bir yana o, nefs-i amelin özündeki o
derin lezzetlerle daha bir şahlanarak, Mevlânâ edâsıyla: “Kul oldum, kul oldum,
kul oldum / Kullar azat olunca sevinir / Ben ise kul olduğum için şâd ve
mesrurum” der, iş ve amelin değerini, ona terettüp eden netice ile değil de,
doğrudan doğruya yaptığı vazifenin sıhhati, onun hâlisâne edâ edilmesi ve Hak
rızasına muvafık düşmesiyle ölçer ve değerlendirir. Böyle davranarak kulluğunun
enginliğini, onu ücretlerle, mükâfatlarla irtibatlandırarak daraltmaz, dünyaya
ait sonuçlarla, ilâhî ve uhrevî amelleri dünyevîleştirmez; aksine onu, hep
sıfırın sonsuza nispeti içinde mütalâa eder ve ruhunda duyduğu bu ölçüdeki bir
nispetin genişlendiriciliğiyle yaşar. Duyguları, düşünceleri ve kalbiyle bu
genişliği duyup hisseden biri, Hakk’a kul olmanın rahatlığına erer ve değişik
baskılardan kurtulur; kurtulmakla kalmaz, vicdanında ezmeyen, zelil kılmayan
bir kapının bendesi bulunduğunu duymakla insanlığını kurtarmış ve gerçek hürriyetini
elde etmiş olur. Onun ilk cebrî lütufları değerlendirmesi istikametinde böyle
davranması bir vazife, Allah’ın değişik dalga boyundaki lütuflarını devam
ettirmesi ise ikinci bir ihsandır.
Eğer insan, yeryüzünde Allah’ın halifesi ise –potansiyel
olarak insanoğlu bu mazhariyetin biricik namzetidir– o, Allah için işleyecek,
Allah için başlayacak, Allah için küsecek, Allah için sevecek, O’nun izni
dairesinde varlığa müdahale edecek ve ele aldığı her işi O’na niyâbet
mülâhazasıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla da, ne başarılarıyla
gururlanacak, ne yenilgileriyle ümitsizliğe düşecek, ne kabiliyetleriyle
övünecek ne de üzerindeki Hak mevhibelerini inkâr edecek; her şeyi O’ndan
bilecek ve gördüğü işleri birer istihdam sayarak, her yeni başarısıyla güven
yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb’ine yönelerek itimat ve
vefasını haykıracak ve günde birkaç defa Âkifçe ifadesiyle kendi kendine:
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, tevfike râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum
başka çıkar yol.” sözleriyle nefes alıp verecektir. Sürekli gerilimde, her
zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkacak ve her
zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gâyesine bağladığı için de ne zafer ve başarılarıyla
küstahlaşacak, ne de hezimetleriyle inkisarlar yaşayacaktır. Düz yolda yürürken
veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık içinde ise, en sarp
yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı gösterecektir.
Evet o, bir yandan hilâfet vazifesini yerine getirme
uğrunda, aklî, kalbî, ruhî, hissî bütün melekelerini harekete geçirerek her
türlü tasavvuru aşkın bir performans sergilerken, diğer yandan da, sorumluluğu
kapsamına girmeyen neticeler konusunda olabildiğine mütevekkil, teslimiyet
içinde, yeni hamleler peşinde, alternatif oluşumlar adına ümitlerle dopdolu ve
hep Allah’la irtibat peşindedir.
İşte gerçek mü’min ve tam bir hakikat eri örneği! Bu çizgide
niceleri gelip gitmiş ve geçtikleri yerleri cennetlerin koridorları haline
getirmiş.. ve niceleri de bu yollarda Hakk’ın vadettiği günlere doğru
yürüyorlar. Gelip geçenler de, yollarda onları takip edenler de kendilerine ait
özelliklerin kahramanları olarak yaşadılar ve yaşıyorlar. Küçük bir menfezle
bile bu imtiyazlıları temâşâ etmek epey zaman alacak.. onlar ve siz müsaade
ederseniz; bu konuyu başka bir zamana bırakalım.