ÜVEYS ; GÖRMEDEN SEVME ABİDESİ
GENEL
0
Yorumlar
Görmeden sevmekle nam salmış, hırpani diye anlatılan bir Âdemin etrafında dönüp dolaştığımızı biliyorduk. Batman’dan yola çıktığımızda Siirt’i geçip Tillo’ya giderken dönüşte ona uğrayacak zaman kalmaz korkusuyla kalbimiz çarpıyordu. İkindi ezanıyla Baykan tabelasının gösterdiği istikamete sapınca yola girmenin mutluluğuyla güpegündüz yıldızlar görünmeye başladı. Siirt–Diyarbakır karayolunun en mânâlı sapağıydı. Mayıs ayında anma günleri yüzünden çok kalabalık olan Veysel Karani türbesi Şubat’ta en sakin ve kabuğuna çekilmiş günleri yaşıyordu.
Çocukluğumda annemle birlikte gittiğimiz mevlitlerde program aralarında okunan en baş tacı Yunus ilahilerinden birinin kahramanı. Zihnimde nefsine hâkim olmanın en uç boyutlarında gezinen, yufka yürekli, iri gözlü, içi aşk ateşiyle kavrulmakta olan, yüzünü görsem kendimi yerden yere atacağım biri olarak yer etmiş. Yüzlerce yıl sonra hâlâ dünyaya dalmış kadınları kuyudan çekip çıkarıyor, koskoca sert mizaçlı adamları ağlatıyor, yürekleri yumuşatıyor. Herkesin kendini hesaba çekmesine yol aralıyor; aşka, anneye, uzlete dair sızılar bırakıyor.
Peygamberimiz’in onu hiçbir an unutmamış olması, ölüm günü yaklaştığında hırkasını çıkarıp Hz. Ali ve Ömer’e “bunu Üveys’e götürün” demesi çok manidar. Hepimize yadigar olacağını biliyordu elbet. Hırkanın bu kadar savaşlardan, alt-üst oluşlardan, yıkımlardan yağmalardan sonra sağ salim günümüz insanına ulaşması, şehrimizde mukim olması da bir hikmete binaen.
Üveys’in kıssası bize ne yapıyor, bizi ne yapıyor günümüzde. Anne-babayla çatışarak kendi kimliğini, kişiliğini oluşturan biz evlatların dengelenmesi için ona ihtiyacımız var. İslam anne-babaya dair uyarılarla dolu. Fakat onların hakkına riayet etmek bir külfet ya da günah korkusuyla icbar edildiğimiz teknik mekanik bir iş midir? Peygamberimizin üç kez “annene iyilik et” diye tekrarlamasının ve iyilikte ilk üç sırayı ısrarla anneye vermesinin sırrına vâkıf, bu hadisin gereğini yerine getirmenin canlı timsali biri olduğu için ölmüyor Üveys, bizi şefkat ve fedakârlıkla buluşturuyor adının her anıldığı yerde.
İsra Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerini onu anmadan düşünmek ne mümkün.
“Rabbin; sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle.”
“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et’ diyerek dua et."
25. ayet ise hepimizi kalpten vurur: “Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.”
Karani’nin doğduğu yerleri düşünelim. Ayın ve yıldızların üzerine hiçbir gölgenin düşmediği, hakikatin kalplere inmesinin nispeten dolaysız olabileceği bir belde. Yemen’de Karen köyü. Ekilip biçilemeyen, rüzgârla savrulup yeniden kurulan kum ve çöl dağlarının ortası. Kurak ve çorak.
Babasını dört yaşında kaybedince onu tek başına bakıp büyüten anne; o ergenliğe geldiğinde bakıma muhtaç, gözleri görmüyor ve hareket kabiliyeti zayıf. Haliyle nazlı niyazlı bir ana, ilgiye ve ihtimama ihtiyacı var ve oğlunu bir yere salmak istemiyor.
Ziyaret beldesinde onun için Selçukluların yaptığı türbe; mimarisi, rengi ve hüznüyle bu kırılgan hikâyeye yakışmış doğrusu. Avluda dolaşırken elinde hurma dalından asasıyla bağrı Allah aşkıyla, ulvi hislerle, sırlarla, hazinelerle dolu olarak develeri güttüğünü, ağır ağır yürüyüşünü, titreyişini, develerin nasıl da onu üzmemeye gayret ederek bir nizam içinde rızıklarını aradıklarını hayal edebiliyor insan. Çobanlık aslında temiz kalmanın, kalbi duru tutmanın, teslimiyetin mesleği. Uzlette dağ başlarında gezerken, kaya kovuklarında Allah’a yakarırken İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan’ı gibi bir başına Yaratıcısının izini bulmuş, tek tanrıya ibadet edip yüreğine su serpecek bir haber beklemektedir. Peygamberimizin İslam’a dair mesajı yöresine ulaştığında hiç tereddütsüz kendiliğinden annesiyle birlikte Müslüman olur ve gönlü yanmaya başlar hasretle. Daha çocuk yaştadır ama yola çıkıp Medine’ye varmayı kafasına koyar. Onun bakımına muhtaç olan annesi yıllar sonra izin verir yakarışlarına dayanamayıp… Ama bulamazsa onu, hiç duraklamadan yola revan olup geri dönmesi kaydıyla.
Bundan güzel yola çıkmak görülmemiştir. Issız vadileri, kızgın çölleri nice tehlikeleri aşar. Hatta haramilerle bile karşılaşır. Annesinin “yalan söyleme” öğüdü gereğince “annem elbiseme bir kese altın dikti, Peygamber’in cemalini görmeye yola çıktım” demesinin şaşkınlığıyla ona hiçbir şey yapmaya eli varmaz eşkıyanın. Salıverirler.
Medine’ye vasıl olup Peygamberimiz’in kapısına ulaştığında O'nun Tebük seferinde olduğu bildirilir. Hz Aişe ya da Fatıma’dan biri onu gördü kapıda, kaynaklardaki rivayet muhtelif. Ciğerleri yanarak “Cennet sabahlarını andıran mübarek yüzlerini görmek isterdim” der, içinin ateşinden biraz bahseder ama annesine vaadini yerine getirmek zorundadır. Köyünün yolunu tutar. Birkaç gün bekleyebilse vuslata erecekken eli boş, dönüş yoluna çıkmayı hayal bile edemeyiz. Çünkü dönmeyiz o yoldan, anne beklesin biraz, elde etmeye kilitlenmiş gönüllerimiz bu yenilgiyi sindiremez.
Peygamberimiz’in de içi yanar çünkü aşkın derecesini, yanan yüreği bilmektedir. Aişe’ye “kim geldi” diye sorduğunda, o da “birinin geldiğini nereden bildiniz” dediğinde evdeki rahmani kokuları işaret eder.
Peygamberimiz’in de içi yanar çünkü aşkın derecesini, yanan yüreği bilmektedir. Aişe’ye “kim geldi” diye sorduğunda, o da “birinin geldiğini nereden bildiniz” dediğinde evdeki rahmani kokuları işaret eder.
Kimi kaynaklarda çocuk yaşta yollara düşmüş, kiminde bir delikanlı olarak kiminde de kırkına gelince artık bu isteği anne tarafından geri çevrilemediği an. Yaşın önemi yok bir yerden sonra. Bulamazsan hemen dön diyen anne bir-iki gün daha yalnız kalsa ne olabilirdi ki. Burada olan şu belki: Rahman’ın olağan bir sesi algılamayacağımızı bilmesi ve bize aklımızdan çıkmayacak, yakıp kavurucu bir anne hakkı profili çizmeyi murat etmesi. Üveys o kapıda iki gün bekleyebilseydi annenin Allah katında neye karşılık geldiğini, görmeden sevmenin doruklarını, aşkın hasretle yoğrulunca ulaşacağı boyutları, varılacak sırları, yanmayı, pişmeyi anlayamazdık. Üveys’in adını bile bilmezdik. Peygamberimiz hırkasını vermezdi. Anneler bu kadar kıymetli olmazdı.
Üveys yanık bağrıyla kapısına kadar gelip de maşukunu göremeden dönmesiyle yüzyıllarca her duyanın içini pareledi. Peygamberi’ni göremeden seven bütün ümmete menkıbesi bir teselli oldu. Her birimizin kendisine hırka verilmiş gibi ya da hırkada nasibi varmış gibi hissetmesine yol açıyor. Hırka onun vasıtasıyla hepimize giydirilmiş olsun. Yolundan giden, rabıtayı sürdürmek için bütün barikatları aşmaya çalışan, bu uğurda kendinden canından veren herkes hırkanın varisi.
Bildiğimiz, dünya gözüyle gördüğümüz iki hırka var. Biri Üveys’e verilen. Onu görmek için her Ramazan Hırka- i Şerif Camii’nin yolunu tutmak gerek. Bazen onarımda, bakımda olduğundan görülemiyor ama caminin yüksek taş kapısından içeri girerken, görme sırasında beklerken derin bir hasret kaplıyor müminleri, dizler titremeye başlıyor. Hırkanın hakikiliği; kalplerde yarattığı heyecandan, dillerin konuşamaz olmasından, ortalığı kaplayan kuş hafifliğinden, kanatların yere inmesinden belli.
İkinci hırkayı görmek çok daha zor. Büyük şair, “Kaside-i Bürde”nin yazarı Kaab bin Zuheyr’e verilen hırka. Azimle bütün sene kulağımızı dört açıp “Topkapı Sarayı’nın Harem dairesinin bu yıl açılacağı” haberine ulaşmak gerek. Çoğu zaman bu daire açılmıyor. Senelerce azmetmek lazım. Bir Kadir Gecesi arifesinde hırkanın olduğu odaya girdiğimizde neredeyse yanık kokuları duyulacaktı. Bağrı yanmıştı insanların. Dişler birbirine vuruyordu heyecandan.
Sahih bir hadiste Peygamberimiz, sayısız insana kıyamet gününde şefaat edecek olan Karen’li Üveys’ ten bahsettiğinde ashab-ı kiram “sizi gördü mü” diye sormuşlardı. “Baş gözüyle hayır” demişti gülümseyerek. “Nasıl oluyor da koşmuyor huzurunuza” diye şaşırmış, hayret içinde kalmışlardı. Peygamberimiz, yaşlı annesinden bahisle “bize olan bağlılığından gelemiyor” demişti.
Peygamberimiz’in onu hiçbir an unutmamış olması, ölüm günü yaklaştığında hırkasını çıkarıp Hz. Ali ve Ömer’e “bunu Üveys’e götürün” demesi çok manidar. Hepimize yadigar olacağını biliyordu elbet. Hırkanın bu kadar savaşlardan, alt-üst oluşlardan, yıkımlardan yağmalardan sonra sağ salim günümüz insanına ulaşması, şehrimizde mukim olması da bir hikmete binaen. Aşk bağlılık sadakat teslimiyet tevekkül, Rahim Rahman Rahmet, ananın kırılganlığı ve yaratılışın incelikleri bir hırkada billurlaşıyor. Ünsiyetin kapısı aralanıyor hırkanın lif lif dokusunda.
Peygamberimiz beka yurduna göçtükten sonra yola düşen iki dost, Ali ve Ömer, Üveys’in izini bulurlar. Ahali, meczup bir halde halktan ayrılmış uzlet içindeki bir adam olan Üveys’i bu kıymetli adamların neden aradığını merak eder. Çok ağlayan az gülen bir divane. İnsanlar iki sahabenin önüne düşüp onları Arne vadisine getirirler. Vadide develerini güden, namaza durmuş Üveys’i görüp tanışır, selamlaşırlar. Sağ avucunu açmasını rica ederler, Peygamberimiz’in sözünü ettiği emareleri kontrol için. Gümüşî bir beyazlık içinde olduğunu görünce Resul’ün selamıyla birlikte hırkayı takdim ederler. “Hırkayı alıp giysin, ümmetime dua etsin” buyrulmuştur. Her ne kadar “ben aciz ve günahkâr bir kulum, başka bir Üveys olmasın aradığınız” dese de ta kendisidir. Bağrına basar hırkayı. O andaki hissiyatını dile getirecek bir kalem bulunmaz herhalde.
Bu olayın sadası Yemen illerinde yankılanıp hırpani diye küçümseyenler dâhil herkes tazime, hürmete başlayınca hırkasını alıp uzaklaşır yurdundan; Kuye’ye, Basra’ya gider ki kimse onu tanıyıp da saygı göstermeye. İtibarın şerrinden yine ıssız vadilere kaçar.
Hırkanın bugünlere kadar gelmesinin uzun bir hikâyesi var. Karani evlenmediğinden hırka erkek kardeşinin silsilesiyle gelmiş, 57. Kuşak torun Asım Köprülü yıllarca emanetçiliğini yapmış. Şimdi eşi Nuriye Hanım seksenli yaşlarda; her Ramazan hırkanın örtüsünü açıyor, herkes gidene kadar bekleyip kaldırıyor emaneti. Sonra da kızlarına kalacak bu nadide görev. Ziyaret edilen korunmasız ve dar mekânlara üzülen Abdülmecit Han, Fatih’te büyük bir yer istimlak edip Hırka-i Şerif Camii’ni yaptırmış bir mahfaza gibi.
Üveys yanık bağrıyla kapısına kadar gelip de maşukunu göremeden dönmesiyle yüzyıllarca her duyanın içini pareledi. Peygamberi’ni göremeden seven bütün ümmete menkıbesi bir teselli oldu. Her birimizin kendisine hırka verilmiş gibi ya da hırkada nasibi varmış gibi hissetmesine yol açıyor. Hırka onun vasıtasıyla hepimize giydirilmiş olsun. Yolundan giden, rabıtayı sürdürmek için bütün barikatları aşmaya çalışan, bu uğurda kendinden canından veren herkes hırkanın varisi.
Bildiğimiz, dünya gözüyle gördüğümüz iki hırka var. Biri Üveys’e verilen. Onu görmek için her Ramazan Hırka- i Şerif Camii’nin yolunu tutmak gerek. Bazen onarımda, bakımda olduğundan görülemiyor ama caminin yüksek taş kapısından içeri girerken, görme sırasında beklerken derin bir hasret kaplıyor müminleri, dizler titremeye başlıyor. Hırkanın hakikiliği; kalplerde yarattığı heyecandan, dillerin konuşamaz olmasından, ortalığı kaplayan kuş hafifliğinden, kanatların yere inmesinden belli.
İkinci hırkayı görmek çok daha zor. Büyük şair, “Kaside-i Bürde”nin yazarı Kaab bin Zuheyr’e verilen hırka. Azimle bütün sene kulağımızı dört açıp “Topkapı Sarayı’nın Harem dairesinin bu yıl açılacağı” haberine ulaşmak gerek. Çoğu zaman bu daire açılmıyor. Senelerce azmetmek lazım. Bir Kadir Gecesi arifesinde hırkanın olduğu odaya girdiğimizde neredeyse yanık kokuları duyulacaktı. Bağrı yanmıştı insanların. Dişler birbirine vuruyordu heyecandan.
Sahih bir hadiste Peygamberimiz, sayısız insana kıyamet gününde şefaat edecek olan Karen’li Üveys’ ten bahsettiğinde ashab-ı kiram “sizi gördü mü” diye sormuşlardı. “Baş gözüyle hayır” demişti gülümseyerek. “Nasıl oluyor da koşmuyor huzurunuza” diye şaşırmış, hayret içinde kalmışlardı. Peygamberimiz, yaşlı annesinden bahisle “bize olan bağlılığından gelemiyor” demişti.
Peygamberimiz’in onu hiçbir an unutmamış olması, ölüm günü yaklaştığında hırkasını çıkarıp Hz. Ali ve Ömer’e “bunu Üveys’e götürün” demesi çok manidar. Hepimize yadigar olacağını biliyordu elbet. Hırkanın bu kadar savaşlardan, alt-üst oluşlardan, yıkımlardan yağmalardan sonra sağ salim günümüz insanına ulaşması, şehrimizde mukim olması da bir hikmete binaen. Aşk bağlılık sadakat teslimiyet tevekkül, Rahim Rahman Rahmet, ananın kırılganlığı ve yaratılışın incelikleri bir hırkada billurlaşıyor. Ünsiyetin kapısı aralanıyor hırkanın lif lif dokusunda.
Peygamberimiz beka yurduna göçtükten sonra yola düşen iki dost, Ali ve Ömer, Üveys’in izini bulurlar. Ahali, meczup bir halde halktan ayrılmış uzlet içindeki bir adam olan Üveys’i bu kıymetli adamların neden aradığını merak eder. Çok ağlayan az gülen bir divane. İnsanlar iki sahabenin önüne düşüp onları Arne vadisine getirirler. Vadide develerini güden, namaza durmuş Üveys’i görüp tanışır, selamlaşırlar. Sağ avucunu açmasını rica ederler, Peygamberimiz’in sözünü ettiği emareleri kontrol için. Gümüşî bir beyazlık içinde olduğunu görünce Resul’ün selamıyla birlikte hırkayı takdim ederler. “Hırkayı alıp giysin, ümmetime dua etsin” buyrulmuştur. Her ne kadar “ben aciz ve günahkâr bir kulum, başka bir Üveys olmasın aradığınız” dese de ta kendisidir. Bağrına basar hırkayı. O andaki hissiyatını dile getirecek bir kalem bulunmaz herhalde.
Bu olayın sadası Yemen illerinde yankılanıp hırpani diye küçümseyenler dâhil herkes tazime, hürmete başlayınca hırkasını alıp uzaklaşır yurdundan; Kuye’ye, Basra’ya gider ki kimse onu tanıyıp da saygı göstermeye. İtibarın şerrinden yine ıssız vadilere kaçar.
Hırkanın bugünlere kadar gelmesinin uzun bir hikâyesi var. Karani evlenmediğinden hırka erkek kardeşinin silsilesiyle gelmiş, 57. Kuşak torun Asım Köprülü yıllarca emanetçiliğini yapmış. Şimdi eşi Nuriye Hanım seksenli yaşlarda; her Ramazan hırkanın örtüsünü açıyor, herkes gidene kadar bekleyip kaldırıyor emaneti. Sonra da kızlarına kalacak bu nadide görev. Ziyaret edilen korunmasız ve dar mekânlara üzülen Abdülmecit Han, Fatih’te büyük bir yer istimlak edip Hırka-i Şerif Camii’ni yaptırmış bir mahfaza gibi.
Hz. Ali ondan manevi kuvvet almak için Sıffin savaşında yanında olmasını istediğinde koşup gelmişti savaşa. Fırat kenarında aldığı yara ile şehit oldu. Hicretin 37. Senesinde, 657’de.
Annelere gelince: Zeynep Kamez Kaya’nın Şefkat Kahramanları adlı kitabında (Gülyurdu yayınları, 2011) Saadettin Ökten, Sibel Eraslan, Kemal Sayar, Rasim Özdenören gibi yazarlar annelerini anlatmışlar içtenlikle. Herkes yüceliklerden, şefkatten, fedakârlıktan, ulvilikten söz ediyor. Bu toz kondurmamalarda Uveys’in etkisi var kuşkusuz. Onun bize ulaştırdığı emanet, şefkat ve rahmet duyguları, yaralı atmosferimizde bizi kuşatıyor, temiz hava sağlıyor. Yunus’un bize onun çölünü, hakikatini, yanık bağrını taşıyan dizelerini de unutmayalım. Bizi büyüten ilahileri...
Âşık yunus ey de ben de varaydım
Ol mübarek hub cemalin göreydim
Ayağın tozuna yüzler süreydim
Yemen ellerinde Veysel Karani
Elinde asası hurma dalından
Sırtında hırkası deve yününden
Asla hata gelmez onun dilinden
Yemen ellerinde Veysel Karani
Yunus eydür gelin biz de varalım
Ayağın tozuna yüzler sürelim
Hak nasip eylesin komşu olalım
Yemen ellerinde Veysel Karani
Hz Ali ondan manevi kuvvet almak için Sıffin savaşında yanında olmasını istediğinde koşup gelmişti savaşa. Fırat kenarında aldığı yara ile şehit oldu. Hicretin 37. Senesinde, 657’de. Üç ayrı kabile sahiplenmede ihtilafa düşüp cenazeyi götürmek isteyince sabah bir de baktılar, naaşı kendi tabutlarında. Herkes kendine verildiğini sanıp emaneti sessizce yüklendi, beldesine doğru yola çıktı... Şam’a, Bitlis’e ve Yemen’in Zebid vilayetindeki Karen köyüne. Böylece üç yerde ziyaret ediliyor. Nerede istirahat ettiğini Allah bilir.
Peygamberimiz “beni ziyaret etmek imkânınız olmadığında kardeşim Veysel Karani’yi ziyaret ediniz” demişti. Üveys’in dünyada ne bulduğunu kendi dilinden öğrenelim son olarak:
Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte, nesebi takvada buldum, şerefi kanaatte, rahatlığı zühdde buldum, zenginliği tevekkülde.