EFENDİMİZ'İN ASABİYETLE MÜCADELESİ
ADABI
0
Yorumlar
Asabiyet, en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir.
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslam dininin en önemli hedeflerinden biri de gönderildiği toplumda kabile sistemi üzerine kurulu soy esaslı sosyal düzenden, hukuka dayalı devlet nizamına geçişi temin etmekti. Zira İslam öncesi dönemde Araplar sürekli düşmanlığa neden olan dar kabilecilik anlayışıyla (asabiyet) hareket ediyorlardı. Bu nedenle Allah Rasûlü (sav), öncelikli olarak kabile asabiyetinin dar çerçevesini aşarak kısa vadede Arapları inanç merkezli olarak bütünleştirmeyi hedeflemiştir. [1]
Asabiyet, en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir. [2]
Asabiyetle mücadelenin ilk adımı olarak Kur’ân bütün müminlerin kardeş olduklarını ilan etmiş (Hucurat, 49/10) ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesinlikle reddetmiştir. (Tekâsür, 102/1-8) Kur’ân’da insanların doğuştan kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlaki hassasiyet demek olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir. (Hucurat, 49/9-13) Hz. Peygamber de Mekke’nin fethi hutbesinde İslam kardeşliğinin ana prensiplerini, "Ey Kureyşliler! Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır" [3] sözleriyle ortaya koymuştur.
Allah Rasûlü (sav) Veda Hutbesi’nde bu gerçeği daha şümullü bir şekilde şöyle dile getirmiştir:
"Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Acem’in Arap’a, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaha karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahî huzurda en değerliniz en müttaki olanınızdır." [4]
İslam öncesi dönemden gelen soya dayalı övünme ve ırkın üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmedi. Çünkü Araplar neseplerine son derece düşkün bir milletti ve nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir: "Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır." [5] "Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür." [6]
Allah Rasûlü (sav) her şeyden önce asabiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: "Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir." [7] "Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir!" [8] İslam dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, cahiliye davasına çağırmayı da, buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır. [9] İslam’ın, asabiyetin tesirini azaltmak amacıyla kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü intikam düşüncesi, yani kan davalarıdır. Hz. Peygamber, Arap kabileleri arasında husumet ve düşmanlık davalarını ilga hususunda cahiliye intikamının/kanının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi [10], gerekse Veda Hutbesi’nde [11] bu hususu özellikle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (sav), çevre kabilelerle ilişkilerinde de bu hususa dikkat çekmiş, mesela Has‘am kabilesiyle yaptığı ahitnamede onlara asabiyetin en belirgin tezahürü olan kan davasını yasaklamıştır. [12]
Kan davalarının kötülüğünü vurgulayarak ahlaki-vicdani tedbirler almanın yanında İslam dini bu hususu ayrıca hukukun konusu içine dahil ederek çözmeye çalışmıştır. İslam hukukuna göre asabiyeti besleyen ve asabiyetle beslenen intikam ve kan davası uygulamalarının ortadan kaldırılabilmesi için öldürme cezasının infazı (kısas), maktulün yakınına veya kabilesine değil, devlet otoritesine devredilmiştir. Yeni uygulamada suçluyu takip ve ceza sorumluluğu fertlerden ya da kabilelerden toplum adına devlete intikal ettirilmiş, intikam hissi de sosyal düzeni bozmadan meşru sınırlar, yani hukuk içinde tatmin edilmeye çalışılmıştır. Kısasın infazı hukuki yolla ve devlet tarafından gerçekleştirildiği için, yeni kan davaları, dolayısıyla sonu gelmez kabile savaşlarının sebebi ortadan kalkmıştır. [13] İslam dini ayrıca kasten öldürme vuku bulduğunda kısas hükmü yanında, buna alternatif olarak diyet sistemini de kabul etmiş, kısas ile diyet arasındaki tercihi ise öldürülenin yakınlarına bir hak olarak vermiştir. Bununla birlikte diyete razı olunması özellikle tavsiye edilmiştir. [14]
Kan davalarını engelleme konusunda İslam’ın getirdiği diğer bir prensip, suçun ve cezanın ferdiliği kuralıdır ki bu kural, suçun da cezanın da kolektif olarak kabul edildiği asabiyet düşüncesinden çok farklı bir hususiyet arz eder. Yeni durumda öldürme hadisesi sosyal boyutlu olsa da, sorumluluk ferdi olarak kabul edilmiştir. [15] İslam dini Cahiliye Dönemi'nde de geçerli olan kısas uygulamasının muhtevasıyla ilgili de bazı düzeltmeler yapmış, eski telakkinin aksine bütün Müslümanların kanlarının, yani hayat haklarının eşit düzeyde kabul edilmesi esasını getirmiştir. Hâlbuki cahiliye Araplarında toplum fertleri arasında fazilet açısından farklılık gözetilmesi sebebiyle, bir kabileden şerefli kabul edilen bir kişinin öldürülmesi durumunda, katilin ailesinin önde gelenlerinden bir kişinin kısası istenmekte veya onun yerine birden fazla kişinin öldürülmesi talep edilmekteydi. [16]
Allah Rasûlü (sav), asabiyeti, cahiliye asabiyeti olarak vasıflayıp kötülüklerine vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemeli; mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır.
Hz. Peygamber (sav)’in kurduğu yeni sistemde, savaş artık rakip kabilelere saldırı konusu olmaktan çıkarılarak, sistemli askeri mahiyet kazandı. Başka bir topluluk veya Müslüman olmayan Arap kabileler ile yapılan savaş (cihat), bütün müminlere mal edildi. [17] Artık kimse kendi başına saldırı düzenleyemiyor, intikam almaya kalkışamıyordu. Yeni durum, geçmişte kabile adına yapılan saldırıların yerini düzenli ve planlı gaza ve cihadın almasına yol açmıştır ki, bu uygulamayı asabiyet-akide mücadelesinde ikincisi lehine bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür.
Allah Rasûlü (sav), asabiyeti, cahiliye asabiyeti olarak vasıflayıp kötülüklerine vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemeli; mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır. [18]
İslam’ın bir taraftan asabiyeti tesirsiz hâle getirmek, ancak diğer taraftan da insanlarda bulunan bu tabii saikten müspet anlamda istifade etmek için ortaya koyduğu diğer bir çözüm yolu da akrabayı himaye, başka bir ifadeyle sıla-i rahim uygulamasına teşviki ve emridir. Hz. Peygamber Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy üstünlüğü anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara dini ve ahlaki sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslam dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, emretmiş, hatta soyları ile bağı kesenleri yermiştir. [19] O kadar ki, Hz. Peygamber de bu emri Allah ve ahiret gününe imanın bir gereği saymıştır. [20]
Bu değerlendirmeler dikkate alındığında sonuç olarak ifade etmek gerekirse İslam’ın ve Hz. Peygamber’in asabiyeti tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığını veya kaldırdığını söylemek gerçekçi olmaz. Çünkü kabile dayanışması anlamındaki asabiyet, kabile hayatının ayrılmaz parçası, kabile veya aşiret hayatı yaşayan toplumların coğrafi (çevresel), içtimai (sosyolojik) ve ruhi (psikolojik) bir gerçeğiydi ve tebliğin de bu gerçeği dikkate alarak yapılması gerekiyordu. Bu hususta Hz. Peygamber'in iki türlü strateji takip ettiği anlaşılmaktadır. Birincisinde asabiyeti cahiliye davası olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfi etkilerinden Müslümanları korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle birçok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin prensipleri içine dahil ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hâle getirmek, hem ıslah etmek, hem de ondan faydalanmak istemiştir. Asabiyetin diğer bir ayağını oluşturan intikam düşüncesi de İslam hukukunun yeni suç-ceza, kısas-diyet uygulamaları ve infazın devlet tarafından gerçekleştirilmesi prensibince en alt düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İslam dini, asabiyetin tesirini kırmak için asabiyet sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunun yerine cihadı ikame etmiş, kan/ kabile/ asabiyet için savaş yerine din adına gazayı ikame etmiştir. Bu uygulama da, asabiyetin menfi tezahürlerinin müspete çevrilmesi ve bu ruhi amilin meşru alana kanalize edilmesinin bir başka yönünü teşkil eder.